Platero ile Ben - Bir Endülüs Ağıtı

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Büyük bir bölümü daha önce Akşit Göktürk çevirisiyle dilimize kazandırılmış olan, çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından Nobel ödüllü ozan Juan Ramón Jiménez’in başyapıtı Platero ile Ben Türkçede ilk kez tam metniyle yayımlanıyor: Akşit Göktürk ve onun öğrencisi olmuş Ayşe Nihal Akbulut’un duru Türkçesiyle...

Platero

Platero, küçücük, tüylü, ipek gibi. Dokununca öyle yumuşak ki, bütünüyle pamuktandır dersiniz, hiç kemiği yok sanki. Yalnız, gözlerinin kara parıltısı iki koyu pırlanta böcek sertliğinde.
Salıveririm, koşup gider çayırlara; ayakları çimene dokunmadan koşar sanki, burnunu minicik, pembe, gök mavisi, altın sarısı çiçeklere sürter. Usulca seslenirim: “Platero!” Gülüyormuş gibi, yanıma seğirtir.
Verdiğim her şeyi yer. Mandalinayı, kehribar sarısı üzümleri, dibinde balı ışıyan mor incirleri sever.
Küçük bir oğlan gibi, bir kız gibi, incecik, sevimli; ama bir taş gibi güçlü, kaskatı. Pazar günleri üzerine binip kasabanın kıyısındaki dar yollardan geçtiğim zaman, köylerden gelme temiz giyimli, ağır yürüyüşlü adamlar, ona bakmak için duraklarlar:
“Çelikten sanki.”
Evet, çelikten. Çelikle cıvadan.


Ak Kelebekler

Gece yaklaşıyor, sisli, mor. Belli belirsiz, yeşil, uçuk mavi ışıklar kilise kulesinin ötesinde oyalanmakta. Gölgelere, çançiçeklerine, ot kokusuna, türkülere, yorgunluğa, özleme bürünmüş yol önümüzde uzanıyor. Kömür çuvalları arasına gömülü çirkin bir kulübeden, şapkalı, sivri sopalı bir adam karartısı, ağzındaki yaprak sigarasının ışığından bir an kıpkızıl aydınlanıveren çirkin yüzüyle, ansızın bize doğru ilerliyor. Platero ürkerek birden geri çekiliyor.
“Nedir o taşıdığınız mal?”
“Bakın... ak kelebekler.”
Adam sivri demir sopasını küçük sepete dürtmek istiyor, hiç sesimi çıkarmıyorum. Heybeyi açıyorum, hiçbir şey göremiyor. Böylece düşlerimizi donatacak gereçler için gümrükçülere hiçbir vergi ödemeden elimizi kolumuzu sallayarak geçip gidiyoruz.


Alacakaranlıkta Oyunlar

Köyün alacakarınlığında Platero’yla ben, soğuktan donmuş bir durumda, kuru bir dere yatağına çıkan sıkıntılı bir arka yolun mor gölgeleri arasında ilerlerken, yoksul çocuklar dilencileri yansılayarak birbirlerini korkutmaya çalışıyorlar, dilencilik oynuyorlar. Biri kafasına bir çuval geçirmiş, biri kör olmuş, yalancıktan, bir başkası topal olmuş.
Sonra, çocuklarda sık sık göze çarpan apansız değişmelerden biri görülüyor; ayakları sıcak, sırtları pek, karınları da bir bakıma yalnız kendilerinin tanıdığı analarınca doyurulmuş olduğundan, prensler gibi görmeye başlıyorlar kendilerini.
“Benim babamın gümüş bir saati var.”
“Benimkinin atı var.”
“Benimkinin de bir av tüfeği.”
Tanla birlikte uyandıracak bir saat, açlığı öldüremeyecek bir tüfek, yoksulluğa götürecek bir at!
Sonra el ele tutuşup bir halka oluyorlar. Karanlığın ortasında, tiz sesli küçük bir kız –karanlıkta sıvı bir pırlanta ipliğini andıran sesiyle– bir prenses gibi, tatlı bir türkü söylüyor:
“Oréé Kontu’nun genç duluyum ben...”
Evet, evet! Türkü söyleyin, düş kurun, yoksul evlerin çocukları! Çok geçmez, gençliğinizin ilk adımlarında bahar, kış kılığına bürünmüş bir dilenci gibi korkutur hepinizi.
“Gidelim, Platero.”

Güneş Tutulması

Ellerimizi ister istemez ceplerimize soktuk. Alınlarımız, sık bir çam ormanına girmişiz gibi, serin gölgelerin incecik ürpertisini duyuyordu. Tavuklar birer birer tüneklerine çekiliyorlardı. Çevredeki kırlar, büyük bir mihrabın mor örtüsüyle yaşmaklanmış gibi, koyu yeşile büründü. Uzakta deniz ak bir parıltıyla ışıyor, birkaç yıldız soluk soluk yanıp sönüyordu. Damların saçakları üstünden gelen ne büyük bir değişiklikti bu! Damların üstünde, güneş tutulmasının sessizliğinde küçücük birer karartı gibi gözüken insanlar, birbirlerine seslenerek bilgiççe yorumlar yapıyorlardı.
Elimize geçen her şeyle güneşe bakıyorduk: Opera dürbünleri, dürbünler, şişeler, isli camlar; her yerden bakıyorduk: üst balkondan, ağılların basamaklarından, tavanarası penceresinden, avlunun demir parmaklıkları arasından, mavili kırmızılı pencere camlarından...
Biraz önce her şeyi ışık-altın karışımlarıyla iki üç yüz kat daha güzel yapan güneşin gözden gitmesiyle, alaca bir karanlığın uzunca geçişi olmaksızın, sanki o altın önce gümüşe sonra da bakıra dönüşüvermişti. Bütün kasaba küflü bir bakır para gibiydi, hem de artık geçmeyen bir para. Küçük sokakların, alanların, kulelerin, tepelerdeki yaya yollarının ne acıklı bir görünüşü vardı!
Aşağıdaki otlakta Platero, daha az gerçekti şimdi, değişmişti, kâğıttan yapılma bambaşka bir eşekti...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.