Otel Francfort

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Lizbon, 1940. Avrupa’daki büyük savaştan kaçan binlerce göçmen gibi, Amerikalı Pete ve Julia Winters da, Salazar’ın hüküm sürdüğü fakat tarafsızlığını halen koruyan Portekiz’e sığınmıştır. Lizbon limanına uğrayıp onları vatanlarına götürecek gemiyi beklerken günlerini kafelerde vakit öldürerek geçirmektedirler. Bir gün, kendileri gibi Amerikalı bir çiftle, gizemli Edward ve Iris Freleng’le tanışırlar. Bu tanışma, bu dört insanın bütün hayatlarını etkileyecek bir ilişkiyi tetikleyecektir.

“Otel Francfort”, fonunda Lizbon sokaklarının ve dönemin siyasi atmosferinin yer aldığı, aşk, evlilik, cinsellik ve kimlik üzerine, sırlar ve sürprizlerle dolu bir roman.

“Otel Francfort“, bir sonraki sayfasında ne olacağı kestirilemeyen, son derece parlak bir roman… Romanın sonunda Lizbon’dan soluk soluğa ve baş dönmesiyle ayrılıyoruz… Dokunaklı, büyüleyici ve iddialı…
Observer

Tuzaklar, sahte adlar, ikizler ve bilmecelerle dolu, dikkatle inşa edilmiş bir roman.
Financial Times

Julia’yla o yaz, yani 1940 yazında tanışmış olsaydınız büyük olasılıkla onun ağırbaşlı, sade, zarif ama biraz da yetersiz beslenmiş bir kadın olduğunu düşünürdünüz. Kırk üç yaşındaydı ama otuz beşinde gösterirdi; gergin, soluk bir teni, kahverengi kısa saçları ve gece yaşayan orman memelilerininkiler gibi kocaman gözleri vardı. Giyim tarzı gelenekseldi. Lanvin ya da Chanel... Schiaparelli giymezdi. Tüvit, pamuklu kumaş ya da siyah ipekli kullanırdı, deniz yeşili şifon kumaşlardan hoşlanmazdı. Görünüşünde ne bir kösnüllük, ne bir kışkırtıcılık, ne de kırılganlık vardı. Yine de her zaman şaşırtmacalarla doluydu.

Nerede tanışmıştık... Şunu belirtmeliyim ki onunla tam olarak nerede tanıştığımızı hayatta anımsayamam; tek bildiğim, bir konferans, bir resital ya da bir şiir dinletisinden sonra düzenlenen resepsiyon sırasında gerçekleşmiş olduğu. Yirmili yılların New York’unda konferanslar, resitaller ve şiir dinletileri, kendisini huzursuz hisseden ve ne yapacağını bilemeyen amaçsız kitlelerin özellikle ilgi gösterdiği ortamlardı; ben de her iki topluluğun resmi üyesi gibiydim. O sıralarda yirmi beş yaşındaydım ve Broadway Caddesi’nde, kardeşim Harry sayesinde girdiğim bir Oldsmobile satıcısında çalışıyordum. Kardeşim benden iki yaş küçük olmasına karşın General Motors’ta basamakları tırmanmaya çoktan başlamıştı bile. Bütün küçük kardeşler gibi Harry de ağabeylerine göz kulak olmayı kendisine ödev saymıştı ve hem beni hem de öteki kardeşimiz George’u hayta olarak görüyordu. Evet, George gerçekten bir haytaydı. Hâlâ da öyle. Bense yalnızca ne yapacağımdan emin değildim. Wabash Üniversitesi’ni bitirdikten sonra anne-babamın yanına dönmüştüm; evlilikleri çatırdıyordu. Babam başka bir kadınla görüşüyordu, annem de bu durumun farkındaydı. İçki içiyor, çoğu geceler mutfak masasında sızıp kalıyordu. Bir öğleden sonra babam beni çalışma odasına çağırarak, “Benden nefret etmen önemli değil, yeter ki annene kol kanat ger” dedi. Sanki beni o evden uzaklaştırmanın en sağlam yolunun bu olduğunu bilmiyormuş gibi! Böylece Harry’ye bir mektup yazdım, o da bana New York’taki işi ayarladı. Sanırım kardeşim, Indianapolis’ten kurtulup kendi ayaklarım üzerinde durmamın benim için çok daha iyi olacağının farkındaydı. Anneme gelince, Harry onun sorumluluğunu da üstlenmişti. Neyse, küçük kardeşler böyledir işte. Bu yaptığı fedakârlıklar nedeniyle sonraki yıllarda her fırsatta beni cezalandıracaktı.

Sonunda kendimi New York’ta, araba satarken buldum. Gerçekten de Indianapolis dışında bir yerde yaşamak benim için çok iyi olmuştu ve para kazanmayı becerebiliyor olduğumu görmek gerçekten nefis bir duyguydu. Gelgelelim hâlâ belli bir amacım yoktu, o yüzden çoğu akşamlar birkaç arkadaşla birlikte, daha önce bahsettiğim konferanslara, resitallere ve şiir dinletilerine giderdim. Julia’yla işte bu akşamların birinde karşılaşmıştım; bambaşka nedenlerle de olsa bu tür toplantıların gediklilerinden biriydi o da. Zengin bir ailenin kızı olmasına karşın kendisine çok az para veriliyordu. Onu sürekli denetim altında tutan dul annesiyle birlikte yaşıyordu.

Epey ilginç bir geçmişleri vardı. Ailesi Bavyera Yahudileri’ndendi. Kızlık soyadı Loewi’ydi. Büyükbabası ve onun iki kardeşi 1850’lerde Fürth’ten New York’a göçmüş, kumaş kaplı düğmeler üreten bir fabrika kurmuşlardı orada. Düğmeden sonra şerbetçiotu özü üretimine, ondan sonra da ham madde ticaretine geçmişlerdi. Sonradan öğrendiğime göre New York’taki Alman Yahudileri, çoğu o yüzyılın başlarında yokluk ve kırımdan kaçarak oraya yerleşen ve Yidiş dilini konuşan soydaşlarından ayrı kalabilmek için çok çaba gösteriyorlardı. O tarihlerde Alman Yahudileri, isterseniz Julia’nın Yahudileri de diyebiliriz, New York’a iyice yerleşmiş ve konumlarını sağlamlaştırmışlardı. Central Park West Caddesi onların Beşinci Bulvar’ı gibiydi. Manhattan’ın tam göbeğinde, Harmonie Kulüp adında kendilerine ait bir dernek binaları bile vardı, üstelik bu bina Yahudi olmayanların üye olduğu Metropolitan Kulüp’ün tam karşısındaydı. Aralarındaki tek fark, birinde doğal olarak eksik olan, aralık ayı Noel süslemeleriydi. Bir Polonya Yahudisi’nin Harmonie Kulüp’e girme olasılığı, herhangi bir Yahudi’nin Metropolitan Kulüp’e girme olasılığından daha fazla değildi. İşin kuralıydı bu. Bir göçmen topluluğu sağlamlığını göstermek için, bazı kişileri dışarıda tutma gücünü kullanmaktan başka ne yapabilirdi ki? Julia genç bir kızken Alman Yahudilerinin düzenlediği salon danslarına katılıyordu. Erkek kardeşleri de Hudson ırmağında, yine Alman Yahudileri arasında düzenlenen tekne yarışlarında kürek çekiyorlardı. Öte yandan, başka danslar ya da başka tekne yarışları da düzenleniyordu; Yahudiler’in katılması yasak olan, yasaklanmamış bile olsa etkinliği düzenleyenlerin kendilerine izin vermeyeceklerini bildikleri danslar ve yarışlar... Yine de, onların dansları ve yarışları da, tıpkı ötekiler gibi New York Times gazetesinin cemiyet haberleri sayfasında yerini alıyordu. Aile tarihinde başkaldırıya ya da kuraldışılığa örnek verilebilecek olay çok azdı. Julia’nın Harvard’ı yeni bitirmiş bir avukat olan bir dayısı, 1903 yılının bir kış sabahında bürosunda kafasına kurşun sıkıp kendini öldürmüştü. Gizli eşcinsel olduğu düşünülüyordu. Haiti’de oturan bir başka dayı, devlet başkanı Hyppolite’e karşı darbe girişiminde bulunmuş ve hemen sınır dışı edilmişti, sonra da hayatının büyük bir bölümünü Amerikan devletine açılan davalara adamıştı. Son olarak, Rosalie Yenge vardı. Savaştan önce o ve kocası Edgar Dayı gemiyle Fransa’ya doğru yola çıkmışlardı. Viyana’ya, şeker hastası olan Edgar’ı görmesi için bir uzman doktora giderlerken dayı yarı yolda, Atlas Okyanusu’nun ortasında komaya girip ölmüştü. Bedenini denize bırakmışlardı. Bu olayın ardından Rosalie’nin eve dönüp yas tutması bekleniyordu. Oysa Rosalie Yenge Cannes’da bir yazlık ev satın almış ve İsveçli bir tenis öğretmeniyle evlenmişti. Julia’nın hayatının seyrine bakıldığında yengesine hayranlık duyduğunu düşünebilirdiniz, ama gerçekte Julia onu hor görüyor ve ondan korkuyordu. Kim bilir, belki de hepimiz aynı şeyi yapıyoruz: Varlıkları, inanmak istediğimizin aksine, özgün olmadığımızı kanıtlayan akrabaları hor görüyor ve onlardan korkuyoruz.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.