Osmanlı Şiiri Antolojisi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

XVI. Yüzyılda Türkiye’yi ziyarete gelen batılı seyyahların en çok dikkatini çeken noktalardan biri de Türklerin kadın erkek, genç ihtiyar hemen tamamının şiirle uğraşmalarıdır. Osmanlı tarihi boyunca okuma yazma bilmeyen kunduracısından büyük bilginine, padişahından yeniçerisine kadar edebiyat tarihine geçen 3000’i aşkın şairden 67’sinin şiirlerini tahlil ederek inceleyen Osmanlı şiiri antolojisi bu yönüyle şimdiye kadar gözden uzak kalmış bir dünyayı gözler önüne sermektedir.

YKY’de 1. Baskı: İstanbul, Kasım 1999 (21.5 x 27.5 cm. boyutlarında kuşe olarak yayımlanmıştır.)

Milletlerin kültürleri oluşum ve yapı itibarıyla bir ağacın dalları gibi sürekli birbiriyle ilişki ve iletişim içindedir. Devamlı temas hâlinde bulunan ayrı köklere sahip toplumlar için olsun, aynı milletin yeryüzünün değişik coğrafyalarına yayılmış farklı zümreleri için olsun, bu olgu pek büyük bir aksaklığa uğramadan tekrarlanarak sürüp gider. Edebiyat, resim, müzik, mimarî gibi sanatlar; dil, inançlar, kıyafetler, mutfak, devlet yönetimi... Bütün bunlar toplumlar arasında devamlı etkileşimler sonucu gelişip yenilenirler. Edebî metinler, farklı dil temelleri üzerine kurulmaları ve milletlerin oldukça zor değişen iç dünyalarını yansıtmalarına rağmen yabancı temas ve ilişkilere kolayca açılabilen bir yapı arz ederler. Hakkında geliştirilen kanaatlere göre, dış dünyaya kapalı ve tutucu bir yapıya sahip olduğu izlenimi uyandıran Osmanlı toplumunun vücuda getirdiği edebî eserlerin seyrine dikkatle bakıldığında; bunların İslâmî kültür zemini üzerinde yürümesine rağmen Hint’ten Zerdüştlüğe, Çin’den Eski Anadolu uygarlıklarına kadar birçok kültürün mirasını devralarak yüklenip götürmekte oldukları görülür. Bu bakımdan hangi millet veya toplum için olursa olsun, bu tür çalışmalara geriye dönük bağlayıcı bir isim verirken, en azından katıksız bir kültür ve edebiyatın var olamayacağının, olsa da böyle bir yapılaşmanın asırlar boyunca kabuğunu kıramayan kabile kültürleri seviyesinden ileriye gidemeyeceğinin bilincinde bulunma gereği vardır. Eski yüzyılların ulaşım şartlarına göre dünyanın birbirinden oldukça uzak yörelerinde gelişen Türk kültür ve uygarlıkları, özellikle dil ve edebiyat sahasındaki eserler açısından büyülü bir ilişki ve etkileşim içindedirler. Bu sebeple yüksekten bakıldığında “Türk” çatısı altında yer alan tek bir yapı görünümü oluşturan “Osmanlı”, “Çağatay”, “Azerî”, “Kıpçak” gibi edebî sahaları incelerken; bütün bu şubeleri söz konusu yapının iç mekânlarını oluşturan bölümler şeklinde düşünmek isabetli olacaktır. Bu gibi farklı isimlendirmeler, bunlar arasında bıçakla kesilmişçesine belirgin birtakım ayrılıklar bulunduğundan değil, inceleme kolaylığı oluşturması ve tabiî ki her birinin kendilerine has bazı yan özellikler taşımaları sebebiyledir. Aksi takdirde aynı dili konuşup aynı inancı paylaşıp, aynı estetik zevklere sahip oldukları hâlde, farklı coğrafyalarda yahut farklı siyasî yapılaşmalar altında gelişen kolları birbirinden ayrı görmeye çalışmak ciddî bir haksızlık olsa gerektir. Bütün bunların bilincinde olarak içinde yaşadığımız coğrafyanın tarihî edebiyatına bir isim vermek gerektiğinde, Türk hâkimiyetinin Anadolu merkez olmak üzere Orta Avrupa’dan İran’a, Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na ve Mısır’dan Kırım’a kadar uzanan geniş bir kültür coğrafyası üzerinde dil, din, siyaset, askerî güç, edebiyat, musiki gibi her konuda en fazla tebarüz eden, temsil ettiği medeniyet itibarıyla güçlü bir çekim alanı oluşturan ve varlığı en uzun süren devlet konumunda bulunduğundan “Osmanlı”, vücuda getirdiği edebiyatın isim babalığını fazlasıyla hak etmektedir. Bununla birlikte, akan bir nehir gibi tam bir süreklilik arz eden kültür ve edebiyat ürünlerini belirli bir siyasî otoriteye veya coğrafî konuma göre sınıflandırmak, son derece zor, biraz sakıncalı ve zaman zaman içinden çıkılmaz bir durum oluşturur. Meselâ “Osmanlı edebiyatı” diye bir isim telâffuz edildiğinde, Türklerin Anadolu’da kendi dilleriyle geliştirdikleri edebiyatın belki en büyük ilk örneği diyebileceğimiz Garîb-nâme, 1330 yılında henüz Osmanlı hâkimiyetine girmeyen Kırşehir bölgesinde yazıldığı için Osmanlı kültür ve edebiyatının dışında kalan bir konumda gibi görünebilir. Üstelik Âşık Paşa, ailesi ve çocuklarıyla bu kültürün oluşması için çok önemli hizmet ve eserler vermiş bir şahsiyettir. Yahut Erzurum’da doğup bir ara Karaman’da bulunan ve hayatının önemli bir kısmı Mısır, Şam ve Halep’te geçtiği için Yûsuf u Züleyhâ gibi Türk edebiyatının Anadolu’daki en eski ve en önemli mesnevilerinden birini yazan veya Fütûhu’ş-Şâm adlı eseri asırlar boyunca Osmanlı topraklarında okunan bir Erzurumlu Darîr, aynı şekilde “Osmanlı şiir ve edebiyatı” kavramının dışında tutulmak gibi kabulü güç bir mevkide kalabilir. Söz konusu edebiyatın temel taşlarını oluşturan bu gibi değerli şahıs ve eserleri, birtakım sınırlar ve siyasî nüfuz bölgeleri sebebiyle bu kavramın dışında saymak, asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıldönümü münasebetiyle hazırlanan böyle bir antolojiye isim olan “Osmanlı şiiri” kavramını, bütün bunların bilincinde olarak telâffuz etmelidir. “Osmanlı edebiyatı” yahut “Osmanlı şiiri” ismi, bu gibi siyasî, coğrafî ve kronolojik sınırlandırmalar sebebiyle çağrıştırdığı kısmî olumsuzluklara rağmen; günümüzde yaygın ve yanlış olarak kullanılan “divan edebiyatı” yahut “divan şiiri” isminden çok daha yerini hak eden bir etki uyandırmaktadır. Hocam Prof. Dr. Ömer Faruk Akün’ün tam bir salâhiyetle ifade ettiği: “Hangi düşünce ile bulunmuş olursa olsun divan edebiyatı sözü esasında ilmî ve yeterli bir adlandırma değildir. Türlü verileriyle altı asır sürmüş koca bir edebiyatı yalnız divanlara inhisar ettirip onun çok çeşitli eserler verdiği birçok edebî nevi dışında bırakan, nesri ise hiç hesaba katmayan bu adlandırışın yanlışlığı kadar yetersizliği de meydandadır.” sözlerinden de anlaşılacağı üzere bu edebiyat veya şiir, sadece “dîvân” denen şiir derlemelerinden oluşan bir yapıdan ibaret değildir. Yahut “dîvân” diye adlandırıldığı öne sürülen meclislerde okunan şiirlerle de sınırlı kalmaz. Mazisi yetmiş yıla varmayan böylesine yanlış ve iğreti takılmış bir isim, güçlü bir ihtimalle yeni sistemin köklenip filizlenmesi ve eski rejimin izlerinin elden geldiğince azaltılması amacıyla takip edilen kültür politikaları çerçevesinde; Cumhuriyet’ten sonra “Osmanlı şiiri” ismini telâffuz etmektense “divan şiiri” ibaresini tercih etmekten kaynaklanmış olmalıdır. Ancak bu gibi yersiz kaygı ve hassasiyetlerin terk edilmesi gerektiği günümüzde nasıl “Çağatay şiiri” diyebiliyorsak, aynı şekilde “Osmanlı şiiri” yahut “klâsik Osmanlı şiiri” de diyebilmeliyiz. Tabiî bu isimle halk şiirinin değil, Türk edebiyatının batılılaşma sürecine girmezden önce, okumuş ve yüksek seviyede eğitim görmüş zümreler tarafından sahip çıkılan, sarayın destek ve himayesinde gelişen bir kolunun kastedildiği meydandadır. Ancak hemen şunu ilâve etmelidir ki bu şiir tamamen yüksek eğitim görüp ilim ve irfan itibarıyla kendini geliştirmiş kimselerin değil, aksine aynı zamanda okuma yazma bilmeyenlerin de şiiriydi. Elinizdeki antolojide bu gibileri temsil etme düşüncesiyle özellikle yer verilen kunduracı Hufî, Mürekkepçi Enverî yahut şekerci Kandî gibi esnaf zümresine mensup şairler bu simalardan birkaçı olup bunlardan bazıları, okuma yazma dahi bilmedikleri kaynaklarca ısrarla belirtildiği hâlde klâsik şiir vadisinde oldukça başarılı eserler veren şairlerdir. Altı yüzyıl gibi uzun bir zaman sürdürülebilen bir edebî tarzı sergilemeyi amaçlayan bir antolojide yer verilecek örnekler, edebiyat tarihinin seyrini, edebî zevk dalgalanmalarını, estetik farklılaşmaları takip açısından seçiminde son derece dikkat ve titizlik gösterilmesi gereken metinler olmalıdır. Özellikle eski Türk edebiyatı metinleri gibi dış görünüş itibarıyla monoton bir seyir takip eden, fakat iç dinamikleri zamana ve şahıslara göre ciddî değişiklikler arz eden bir edebiyat için bu seçimin yapılabilmesi hakikaten titiz ve yorucu bir çalışma sürecini gerektirir. Üstelik böyle bir çalışma, Türk edebiyatı tarihinin hakkıyla kaleme alınabilmesi için atılması gereken en önemli adımlardan birini oluşturur. Ancak elinizdeki eser hazırlanırken bu amaca yönelik bir antoloji oluşturmaktan çok, okuyucuya eski şiirin atmosferi ve yapısı hakkında ana hatlarıyla bilgi vermek hedeflendi ve her yüzyıldan ilgi çekici simalar seçilerek bunların eserlerinden bir veya birkaçının açıklanması yoluna gidildi. Çünkü sayfaları, ne dendiği anlaşılmayan şiirler yerine “ne denilmek istendiği tahmin edilen” şiirlerle doldurmanın daha faydalı olabileceğini düşünüyorum. Bizde edebiyat tarihi sahasında çalışmaya aday araştırmacılar, daha lise yıllarından itibaren bu edebiyatın dünyasına girme konusunda gözleri korkutulduğundan olmalı; eski edebî metinlere nüfuz etme ve metinler üzerinde yorumlar geliştirme hususunda çekingen davranırlar. Bu konularda tecrübe ve akademik kariyer sahibi hocalarımız ise, belki isabetsiz yorumlar geliştirmekten sakınarak düşündüklerini pek yazmazlar. Çünkü gerçekten eski edebiyat metinlerimizin her biri kıvrak birer zekânın ürünü olup çoğu birkaç anlama gelecek şekilde kaleme alındıklarından, bunlar üzerinde yorum veya yorumlar geliştirmek, buzlu bir zemin üzerinde yürümeye benzer. Bu sebeple başta Fuad Köprülü gibi salâhiyet sahibi büyük bir otorite olmak üzere, daha önce bu sahada isabetli hükümler yürütmüş belirli şahsiyetlerin fikir ve görüşleri, önemli bir değişikliğe uğramadan sürekli nakledilerek yeni eserler yazılır. Halbuki yeni ve güçlü bir edebiyat tarihinin kaleme alınabilmesi, öncelikle edebiyat tarihine konu oluşturan bütün edebî eserlerin tutarlı birer yorum, tahlil ve tenkidinin ortaya konmasına bağlıdır. Nedense ilmî neşirleri gerçekleştirilen eski edebiyat metinlerimiz de, günümüz Türkçesine çevrilmeden ve öncelikle metni neşredenin metinden ne anlayıp ne anlamadığı pek anlaşılmadan kütüphanelerimize kazandırıldığından, sahanın uzmanı olmayan çoğu kimse tarafından yararlanılamaz bir durum arz ederler. Üstelik eski metinler üzerinde son yıllarda moda hâline gelen batıya özgü “yeniden-yapılandırma” türünden filolojik denemeler, belirli bir temele oturtulamadığından boşlukta kalmakta ve mesele iyice içinden çıkılmaz bir duruma doğru sürüklenmektedir. Bilindiği üzere hemen her metin, yazana ve okuyana göre en az iki cephesi olan bir yapıya sahiptir. Bir sözü söyleyenin ifade etmek istediği şeyle dinleyenin anladığı bir olmayabildiği gibi, yazan ile okuyanın anlatmak istediği ve anladığı şeyler de birbirine uymayabilir. Kaldı ki yazan ve okuyan farklı çevre ve şartlarda bulunuyorlarsa, bu anlaşma ve iletişimin sağlığı, şartların farklılığı oranında tehlike gösteriyor demektir. Bırakınız aynı çevrede bulunan iki kişiyi, bazen metni yazan şahsın kendisi dahi kendi yazısına yabancı kalabilir. Bir köşe yazarı, şahsında veya çevresinde oluşan birtakım değişimler sebebiyle aylar veya yıllar önce yazdığı yazısına bir süre sonra kaleme alınış sebebinden tamamen farklı yorumlar izafe edebilir. Bu yüzden edebî olsun veya olmasın bir metnin oluşması sırasındaki atmosfer tam olarak tespit edilemediği takdirde, metnin otantik yorumu ile okuyucu arasına gittikçe ulaşılmaz mesafe ve engeller girmeye ve metin gittikçe bu engeller ardına gizlenmeye başlar. Hâl böyle iken bundan asırlar önce, günümüzden tamamıyla farklı hayat şartlarında yazılmış eserleri gerçek anlamları ile değerlendirmek neredeyse imkânsız gibidir. Üstelik söz konusu metin şairin iç dünyasında geliştirdiği bir duygunun hissedemediğimiz frekanstaki bir sesi ise, amaçlanan isabetli yorumlar iyice içinden çıkılmaz bir hâl alır. Ancak Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yıldönümü münasebetiyle benden hazırlanması istenen böyle bir antolojide kendime asıl hedef olarak, XIX. asrın batılılaşmaya çalışan Osmanlı aydınlarından itibaren yakın zamanlara kadar gerçek dünyası hakkıyla anlaşılmadan sürekli horlanıp reddedilen ve özellikle günümüzde yetersiz edebiyat öğretmenlerinin öğrencilerimizde oluşturduğu nefret derecesindeki antipati sebebiyle hakkında “ulaşılamaz”, “asla anlaşılamaz” gibi birtakım asılsız kanaatler geliştirilen Osmanlı şiirini anlayabildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım. Antolojide yer verilen şiirlerin önemli bir çoğunluğu günümüz Türkçesine çevrilerek izaha çalışıldı. Aslında şiir nesre çevrilmeye kalkışıldığında yahut tercüme edildiğinde, dalından koparılıp soluveren bir çiçeğe benzer. Bu yönüyle yapılan iş şiirin ve ideal bir “antoloji”nin tabiatına aykırı görünüyorsa da amaç, bu şiirin his ve fikir dünyasını günümüz okuyucusuna anlatabilmek olduğundan anlayışla karşılanacağımı ümit ediyorum. Özellikle kitapta yer verilen zengin görsel malzemenin metin açıklamaları sırasında okuyucuyu şiirlerin yazıldığı atmosfere sürüklemek bakımından yararlı olacağına inanıyorum. Kitap akademik bir endişeyle kaleme alınmadığından, okuma sırasında bir sohbet havası oluşturma ve zaman zaman oldukça giriftleşen konularda okuyucuyu daha fazla sıkmama amacıyla sürekli referans ve dipnot göstermekten kaçınıldı. Bütün bunlardan asıl amaç, günümüz okuyucusuna sahibi olduğu hâlde kullanmadığı çok zengin bir edebiyat mirasını tanıtıp haber vermek, hazinenin kapısını biraz olsun aralayabilmektir... Teşekkür faslına gelince burada ilk sırayı, eserin fikir babaları olarak Enis Batur ve Ekrem Işın’a vermeliyim. Meslektaşım Mustafa Koç’un gerek redaksiyon gerekse tashih safhalarında, bu kitabın her satırında hakkı ödenmez yardım ve hizmetleri geçmiştir. Çalışmamda her konuda yardımlarını gördüğüm değerli asistan arkadaşlarım Cemâl Aksu ve Murat Karavelioğlu’na, kitapta yer alan şiir metinlerinin yazma nüshalardan tespit ve seçimini gerçekleştiren Fatih Tığlı’ya, başta Nalan Kutsal olmak üzere yaklaşık bir ders yılı boyunca bütün metin açıklamaları üzerinde tartışıp görüşlerini aldığım doktora ve yüksek lisans öğrencilerime, kitabın mizanpajını gerçekleştiren Nahide Dikel ve Akgül Yıldız başta olmak üzere bütün Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık çalışanlarına teşekkür ederim. 

Kasım 1999, Bahçeşehir

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.