Ormanda Bir Balkon

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Yüzbaşı Grange, 1939 yılında yeni görev yeri olan Belçika sınırına komşu Moriarmé köyü yakınlarındaki ormanda inşa edilmiş, “Çatı” adı verilen korugana ulaşır. Savaş ancak belli belirsiz bir tehdit şeklinde hissedilirken, günlerini ormanda, koruganda, köyde, bir süre sonra da genç ve güzel Mona’nın evinde geçirmektedir. 1940 ilkbaharında Almanlar bölgeye saldırınca Mona, diğer köy sakinleriyle birlikte uzaklaşır. Emrindeki üç askerle kapalı bir kasayı andıran koruganda kaderiyle baş başa kalan Grange huzur, korku, vurdumduymazlık arasında gidip gelirken “savaşa benzemeyen savaş” da giderek gerçekliğe yaklaşmaktadır.

Julien Gracq, düzyazı şiirler, eleştirel denemeler, oyunlar (Balıkçı Kral) ve sürrealizm etkisinde romanlar yazmıştır. 1951'de "Sirte Kıyısı" ile Goncourt Ödülü'nü almıştır.

Treni, Charleville’in kenar mahalleleriyle dumanlarını geride bıraktığından beri, Asteğmen Grange’a sanki dünyanın çirkinliği dağılıyormuş gibi geliyordu; birden görünürlerde tek bir evin bile kalmadığının farkına vardı. Ağır ağır akan ırmağı izleyen tren eğrelti otları ve bodur çalılarla kaplı alçak tepelerin arasına dalmış, sonra da ırmağın her kıvrımında vadi biraz daha derinleşmişti. Trenin ağır madenî gürültüsü ıssızlığın içinde dik yarların birinden öbürüne yankılanırken, kapıdan başını çıkardığında, daha bu sonbahar akşamında ısırmaya başlamış çiğ bir rüzgâr yüzünü yalıyordu. Demiryolu keyfine göre, demir kirişlerden yapılmış tek göz köprüler üzerinden Meuse’ü aşarak, bir kıyıdan ötekine atlıyor, bazen bir kıvrımın boynunu kestirmeden geçmek üzere kısa bir tünele dalıyordu. Vadi altın sarısı aydınlığın içinde telli kavaklarıyla pırıl pırıl tekrar ortaya çıktığında, dar boğaz her defasında iki yakadaki orman duvarının arasında biraz daha derinleşmiş oluyor, Meuse de sanki çürümüş yapraklardan bir yatakta akıyormuş gibi, daha bir ağırlaşıyor, daha bir kararıyordu. Tren hemen hemen boştu; sanki bu ıssız yerlerde, yalnızca akşam serinliğinde, ekim ikindisinin duru mavi göğünü gittikçe daha yukarı doğru kemiren sarı ormanlarla kaplı yamaçların arasında, serbestçe koşmanın keyfi uğruna gidip geliyordu. Ağaçlar nehrin kıyısında ancak daracık, İngiliz çimi gibi temiz ve düzgün bir çayır şeridi bırakıyordu. “Arnhem Malikânesi’ne giden bir tren bu” diye düşünen Edgar Poe tutkunu asteğmen, sigara yakarak arkaya yaslanıp başını serj kaplı kapitone yastığa dayadı; yükseklerde, alçalan güneşe karşı tüm ihtişamıyla dikilmiş bir siluet çizen ağaçlık yamaçların üst çizgisini gözleriyle izlemeye koyuldu. Yan kolların Meuse’e döküldüğü yerlerde, görüş alanı bu boğazlara doğru genişledikçe, uzaklardaki yayvan yapraklı ağaçlar sigara dumanının gümüşi mavisi ardında kayboluyordu; burada, bu gür ve düğüm düğüm ormanın altındaki toprağın, taşıdığı bu sık ve kıvırcık örtüyü bir Arap başının doğallığıyla ürettiği hissediliyordu. Ne var ki, çirkinlik de kendini bütün bütün unutturmuyordu. Tren zaman zaman nehirle yamaç arasında toprak dolgu sahanlıklara oturtulmuş, demir cevheri renginde, yıkık dökük küçük istasyonlarda duruyordu; savaşın maviye boyattığı ama çoktan rengini atmaya başlamış camların arkasında, haki giysili askerler posta paketlerini taşımaya yarayan el arabalarının üzerine ata biner gibi oturmuş, uyukluyordu. Sonra yeşil vadi de bir an için kelleşiyor, tren, alçı ocaklarının tozunu tüm çevredeki yeşilliğin üstüne silkeler gibi görünen, sarı topraktan yontulmuş kasvetli evlerin önünden geçiyordu. Düş kırıklığına uğrayan göz yeniden Meuse’e döndüğünde, bu kez yer yer, kötü bir işçilikle tuğla ve betondan taze inşa edilmiş küçük kazamatlara, kıyı boyunca, taşkın sırasında çürümüş sebze artıklarının asılıp kalmış olduğu dikenli tel ağına takılıyordu. Daha savaşın ilk topu bile atılmamıştı ama paslanma, savaşın ürettiği çalılar, içinden fışkıran derisi yüzülmüş toprak kokusu ve içinde bırakıldığı mezbelelik durum, “gür saçlı Galya”nın henüz el değmemiş bu yöresinin onurunu çiğnemeye başlamıştı bile.

Asteğmen Moriarmé istasyonunda indiği zaman, ulu yarın gölgesi küçük kasabayı karartmaya başlamıştı. Hava birden soğumuştu. Bir canavar düdüğü kulağının dibinde o korkunç fil çığlığını salıverince Grange bir an için omuzlarının arasına ıslak bir paçavra darbesi yemiş gibi oldu. Ama yalnızca fabrika sireniydi; kasabanın küçücük meydanına kederli bir Kuzey Afrikalı grubu salıverdi, o kadar. Tatil geceleri bazen belediye itfaiyesinin sirenine kulak verdiğini anımsadı asteğmen. Bir kez çalarsa baca tutuşması demekti, iki siren köyde yangın, üç siren ise uzak bir çiftlikte yangın anlamına gelirdi. Üçüncü çalışın ardından, sokak boyunca kaygılı pencere kanatlarının arkasında rahatlama belirten derin nefesler, iç geçirmeler işitilirdi. “Burada tam tersi olacak herhalde” diye düşündü. “Bir siren barış için, üç siren ise bombalar için. Farkı fark etmek gerek...” Bu savaşta her şey birbiriyle oldukça garip biçimde uyuşuyordu. İstasyonda görevli subaydan alay karargâhının yerini öğrendi. Meuse’e doğru inen yoksul ve kasvetli bir sokaktaydı şimdi. Çabucak bastıran ekim alacakaranlığı sokağın sivil halkını birden boşaltıverdiyse de her yerden, evlerin sarı cephelerinden, asker gürültüleri sızıyordu; miğfer ve matara tıngırtıları, kabaralı postal tabanlarının yer karolarına vuruşu... “Birkaç saniye gözler kapansa” diye düşündü Grange, “yalnız işitme duyusuna dayanarak, çağdaş orduların da Yüz Yıl Savaşları’ndaki orduların tüm zırhlarına taş çıkartacak kadar tangırdadıkları söylenebilirdi!”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.