On İkiye Bir Var

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Türk edebiyatının ve tiyatrosunun büyük ustası Haldun Taner’in bu ay bir kitabı daha YKY raflarında yerini alıyor.

Haldun Taner, hayata bakışındaki derin ve keskin gözlem gücü, insanı ele alışındaki olgunluk ve incelik, durumları ortaya koyuşundaki kültürel zenginlik, anlatımındaki sağlam yapı ve mizahın imbiğinden geçen ışıltılı üslubuyla klasikleşmiş bir yazarımız.

YKY, doğumunun 100. yılında Haldun Taner kitaplarını yeni bir editörlükle ve özel kapaklarla ayrı ayrı yayımlıyor. İşte bu ayın kitabı: “On İkiye Bir Var” (öykü).

Haldun Taner’in 1954’te yayımladığı iki öykü kitabından biri olan “On İkiye Bir Var”, 1955 yılında verilmeye başlanan Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan ilk kitaptı. Kitaptaki “On İkiye Bir Var” öyküsü İsviçre’deki Atlantis Yayınevi’nin düzenlediği Zaman Üstüne Öyküler yarışmasında ödül almıştı. Behçet Necatigil’in deyişiyle, yazar “dil ve anlatış ustalığını, mizah yönünü, ruh tahlillerindeki başarısını” bu kitabında da sürdürdü.

On İkiye Bir Var, Ayak, İznikli Leylek, Bayanlar 00, 45 Marka Seksapil, Sahib-i Seyf ü Kalem, Artırma adlı öykülerden oluşan “On İkiye Bir Var”, yıllar sonra tekrar ayrı bir kitap olarak okuruyla buluşuyor.

Kalktım. Lambayı yaktım. Dededen kalma ihtiyar duvar saati, bire tam beş kalayı gösteriyordu. Niye uyanmıştım? Bu sayıklama neden? Saatin bire beş kalayı gösterdiğini rüyada mı görmüştüm? Yoksa, uyku ile uyanıklık arasında mı içime doğdu? Biraz sonra saat “dan” diye biri vurunca kafama tokmak yemiş gibi ayıldım. Hayır, bu defaki tesadüf olamaz. Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. İçimi, tarifsiz bir korku kapladı. O güne kadar benden gizli içimde işlemiş durmuş bir saatin tik taklarını, ilk defa o anda duyar gibi oluyordum. Bu tik tak, kalbimin atış temposunda olsa şaşmayacağım. Ama değil. Acele işleyen bir cep saatininkine de benzemiyor. Çok ağır, daha tok... Tıpkı, ağırbaşlı bir pandül gibi... Önce, bir kâbus geçiriyorum sandım. Kalkıp elimi, yüzümü yıkadım. O tempo, hâlâ kulaklarımda zonklayıp duruyor. Yalının boş odalarından birine kapandım. Boşuna... Gecelikle bahçeye çıktım. Rıhtıma vuran dalgaların temposu da, şaşılacak derecede içimdeki ölçüye uyuyor. “Lamı cimi yok, tozutuyorum” dedim. Ter içinde oraya yığılmışım. Gelip beni ayıltmışlar, yatağıma yatırmışlar. Boş odalarda ne aradığımı, bahçeye neden çıktığımı sordular. Söylemedim. Hastalıktan, doktordan oldum bittim korkarım. Bunu, bir delilik başlangıcı sanmıştım. Söylemezsem, sanki kendi kendine düzelecekti. Sırrımı evdekilere açmamakla iyi etmemişim. Belki o zaman bir çaresine bakar, önüne geçerlerdi.

İlk korkularım yatışınca, bu keşfimden övünç bile duymaya başladım. Saate bakmadan saati bilişim, mektep arkadaşlarım arasında duyuluverdi. Saati olanlar saatlerini benimle düzeltiyor, olmayanlar dersin bitmesine kaç dakika kaldığını benden soruyorlardı. Benim bu marifetimi bilmeyenlerle bahse girip sırtımdan para kazanan açıkgözler bile oldu.

Üniversiteye geçince, bu melekem daha da kesinleşti. Şimdi artık yalnız akreple yelkovanın değil, saniye ibresinin bile kaçta bulunduğunu bildiğim oluyordu. Bir keresinde bir atletizm yarışmasında sekiz yüz metre derecesini daha kronometrörler ilan etmeden bilişim, o zamanki gazetelere bile geçti. Hatta bunun üzerine, zamanın en tanınmış ruh doktorlarından biri, beni arayıp buldu. Birtakım sualler sordu. Saat tahminleri yaptırdı. Sonra doktorlar cemiyetinde, hakkımda bir tebliğ yayımlandı.

Hiç unutmam, rapor, “Süjede, aşırı derecede gelişmiş bir samia hassası ve altıncı his derecesinde bir zaman hafızası müşahede edildi” diye başlıyordu.

Bana kalırsa, ben bunu soya çekme ile izah taraflısıyım. Şeceremi araştırdım, bulamadım. Ama soyumda muhakkak zamanla, saatle fazla uğraşmış bir insan, ne bileyim ben, bir saatçi, bir muvakkit bulunmalı. Yoksa doktorun dediği gibi, bütün suçu odamdaki duvar saatine yüklemek, bana biraz tek taraflı bir izah gibi geliyor.

Odamdaki saat, atalarımdan kalma bir duvar saatidir. Tam karşımda, dedemin bir hattı ile büyükbabamın üniformalı resmi arasında, sanki onlardan bir şeymiş gibi durur. Dünyaya ilk geldiğimde kulağımın ilk aldığı ses, onun tik takları olmuş. Çocukluğumun, sade çocukluğumun mu ya, gençliğimin de gecesini gündüzünü o saatin tik takları noktaladı. Hayatım bir filmse eğer, bunun fon müziğindeki bu tik takların aralığı da tıpı tıpına tam onun pandülü temposunda. Öyle ağır, öyle tok.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.