Okuya Yaza Geçiyor Ömür, Bitmiyor Kitap

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

OKUYA YAZA GEÇİYOR ÖMÜR, BİTMİYOR KİTAP

Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Sabahattin Ali, Ziya Osman Saba, Cahit Külebi, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ahmet Oktay, Ferit Edgü, Oğuz Atay, Selçuk Baran, Orhan Pamuk, Mehmet Taner, İhsan Oktay Anar... Rousseau, Flaubert, E. Dickinson, Rilke, Kafka, R. Walser, Gide, W. Benjamin, Camus, Beckett, M. Houellebecq...
Eğer bu yazarları okuduysanız bu kitabı da okumanız gerekecek. Çünkü Oğuz Demiralp, geniş bir kültür alanında dolaşıyor. Dahası, derin okumalarla çıkardığı sonuçları tartışarak bütün bu yazarlara kültürel ve yazınsal bir açıklık getiriyor... Eleştirel de olsa yorumsal da olsa özgün kalmayı başaran, engin bakışlı bir yazın düşünürü ile baş başa kalmanın keyfini yaşatan bir kitap: Okuya Yaza Geçiyor Ömür, Bitmiyor Kitap.

Doktora Gerek Yok

“Denge / yani tehlike”: Mehmet Taner’in şiir dünyasına giriş olabilecek iki dize. “Delicesine de savruk bir şiir” söylemek isteyen şair, dengesizlik kavramına değişik bir anlam yüklüyor Sunak kitabıyla.
En başta, şiirde ölçülülüğü aşma atılımı Sunak (Sık sık başvurmak zorunda kaldığı uyaklar bu yolda bir engel). Memet Fuat, Cemal Süreya için “sürükleyici şair” demişti. Aynı bağlamda Mehmet Taner için tam tersi söylenebilir. Alıp götürmüyor okuru, rahatsız ediyor. “Dünya dünyadan bir yel boşluğu ile ayrıldı”ysa retorik’in güvenli ve koruyucu çatısı çöker; “ne sözde ne şiirde uyum tutturulamaz.” Bağırışlardan, kesik kesik söylenişlerden, sözcük patlamalarından oluşan bir söz karmaşası (complex) Mehmet Taner’in şiiri. Şair nerdeyse bir ünlem yontucusu. Özgün yanı bu. Nitekim, “Geniş Soluk”, Türkü”, “Dönüş” kitabın tematik zincirinde birer halka olmalarına karşın, sürükleyici olmak uğruna başarısızlığa uğramış şiirler. Oysa “Köçek”, “Ayy” gibi iddiasız görünüşlü şiirler, “Arka Oda’ya” (Yazı dergisinde yayımlandı) doğru büyüyen şiirin kendisi.
“Kendindeki insana dair” yazıyor Taner. Birliksiz dirliksiz ülkede ruh yoksulu düşen insan. Ülküsel düzlemde “acıların ve mutluluğun uyumudur” gerçi. Ama mutluluk, birbiri üstüne büyümüş yaprakların arasından ormanın içine ancak ara sıra sızabilen güneş ışığı gibi olunca, acıyla mutun çarpışma alanı olur insan. Elbette, “insanlık durumu” değil bu. Şiirleri izleklerine ve yazılış tarihlerine göre bölümleyerek toplumsal tarih ile kişisel durum arasında bir koşutluğu vurgulamak istemiş şair. 1970 sonrasını şairlerimizin çoğunluğu yazdı. Yazın açısından önemli olan, nasıl yazdıkları. Bu noktada Taner’in yaklaşımı Cansever’in Sonrası Kalır’ını anımsattı bana.
Olaylar pek adlandırılmıyor, dolaylı biçimde yerleşiyorlar şiirin içine. Bunda şairin kenardan konuşmasının payı da var. Gene de yazınsal bir yöntem bu tutum. Yazınsala özgü belirsizlik sağlanıyor. Adlandırmanın şiire gerçeklik duygusu katacağı sanılır. Oysa şiiri zayıflatır, dışarıya muhtaç kılar bu. Ayrıca, şiirde anılan yer ve olaylar gerçektekinden hep ayrımlı olacak, gerçekteki hallerine göre değil, şiiirsel yapı içindeki işlevlerine göre anlam kazanacaklardır. Bu bakımdan adlandırmayı abartmak yerine anıştırmaya kaymak şiire esneklik sağlayacak, giderek adlandırılan dönemin yansısı olarak kalmaktan öteye uzanacaktır yapıtı.
Böyle bir yola sapan şiirde, genellikle zengin bir imge dünyasının olması beklenir. Gene tersi bir tutum içinde Taner. Sözcüklerinin değil, söz ve imge dizgesinin devingenliğine, bu sözcük ve imgelerle kurulan bileşimlere dayanır. Mehmet Taner’in şiirsel tutumu bu. Örneğin bir su imgesi, tek başına, çeşitli başkalaşımlara uğratılarak, şiirin tematik’ini temellendirebiliyor: çamur, buhar, yağmur, vb...
“Çamur”un yerleştiği, “gelenek”leştiği kentte “bun suları” yürüyor kişinin üstüne. Yağmurla birlikte zorbalığın, baskının postalları dövüyor Roma kaldırımlarını. Yalnızlığın ve korkunun kapatması olan kentten “bir şimşek” kaçırabiliyor şair, “bahar, buhar olmalı gizlice” diyor. Balyoz indikten sonra yaşamak gizlenmekle olanaklı. Denge gene olanaklı ama ortama ayak uydurulursa. Kendi içine bölününce ikiye bölünüyor kişi. Biri ötekinin: içtekinin maskesi. İçtekiyse boğuşmada. “Gece bir kaplan gibi düştü içimize” diyor. “Satılmış bir kırbaca” boyun eğmiş kaplandır bu. Ama insan ile anlaşarak kendine kavuşabilir de. Sabahtır o zaman. Kaplanın ağzından bir bahar dalı uzanacak, su dökülecek, gümüş tastan su içecektir bir kadın. Ey arı su!
Ama henüz özlem halindedir suyun muta verilmesi. Şimdi “dal kırık”. Ne ki, mutsuzluğun doğurgusu, çoğu şairin tersine, hüzün değil Mehmet Taner’de. Bir iki kez anılsa da bu moda duygu, Taner’in şiirine egemen değildir. Hüzün, moda haliyle keyif verici bir duygudur aslında, loş ve rahat bir ruhsal indir. Has haliyle de ölümcül bir durgunluk. Her iki durumda da devinimsizliktir hüzün. “Tam çizgide kan sarsıyor beni” dizesi Taner’in şiirini hüzünden uzaklaştırır. Taner’in insanı kendi içine itilmiş olsa da kanatları kırık gibi görünmez. Küskünlüğün, boş vermişliğin yerinde nerdeyse yabanıl bir isyan duygusu vardır. Şiirin öznesini, iç denizlerinden kopup gelen ölüm ve dirim dalgaları döver durmadan. Sözcük sözcük, dize dize bir fokurtu olmaktır şiirin kendine özgülüğü. Mehmet Taner, özgün yanını elinden kaçırmamalıdır. Durukluğa karşı çıkmakta bekinir. Eli kolu bağlandı derken, kendi kendini kışkırtmaya başlar. Delilik bile olasılıktır, uyuşuklukla özdeş dengeye yeğdir. Hiçbir şey yapmasa kendini tüketerek sürmek isteyecek yaşama istemidir bu.
Artaud geldi usuma. Dergi yöneticisi Jacques Rivière’e yazdığı mektuplarda, içinde bir boşluk olduğunu, bu boşluğu bir türlü anlatamadığını söylemiştir. Artaud’nun şiiri bu bakımdan bir anlatabilme çırpınışıdır. Sonunda anlatamayışını anlatmıştır. Düşmek pahasına. Elbette, düşüşünde dengeli hekimlerin de payı kesindir.
Arka Oda’yı da göz önüne alırsak, Taner’in şiirinde de bir çırpınış var. Ama boşluğun dile gelme çabası değil bu. İçini sıvayan sıcak yelin uğultusu. Dilin ateşe ulanma, ateşin sönmeme çabası. Anlak yaratımından çok bu içsel sarsıntıyı duyurmak önemli. Anlamı okuyan verecek. Şair Delphoi’deki bilici gibi konuşur. Yalnızca yorgun başını kavuran ateşi imlemekle yetinecektir.
“Kendinle kendisini, kendisiyle başkalarını birleştirecek” güçten yoksundur belki. Ama “gece yarılarından sonra” bir “arka oda”da söylenen şiirler şimşek yavrulamayı sürdürecek, gök umarsız toprağa inerse ancak bu yoldan inecektir. Çünkü güzellemeler ayışığı olmakla kalırlar, avuturlar.
Balık azgın sulardadır. Azgın sular balığın içindedir. “Denizin bitmesinden korkalım”.
Mehmet Taner, yıllardır dergilerde gözükmesine karşın çıkardığı ilk kitap bu. Dolayısıyla gecikmiş. Şairi tümüyle tanıtıcı değil. Daha güçlü sular boşandı bu şiirlerin ardından. Elbette Taner’in gecikmesinde sanat ortamının da rolü var. Milliyet Sanat dergisinde Konur Ertop, “Şiirimizde toplumsal konular ön plana geçmiştir. Biçime, dile, anlatıma, tekniğe yönelik araştırmalar ikinci plana itilmiştir.” diyor. Asıl şiir de ikinci plandadır. Çünkü sanatta önemli olan konudan çok konunun işleniş biçimidir. Mehmet Taner gibi “iyi” şairlerin okunması, Ertop’un söylediğinin değişmesine bağlıdır.

Ocak 1979

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.