Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Yani şimdi şu güzel güneşi –sanki o görsün diye– bir süre dallarında oyalayan akasya ağacı gibi, şu her gün yıkanan satılık otomobiller, onlardan yansıyan keskin Eylül güneşi gibi bu sokağın malıdır Ömer. (...) Ömer cebini yokladı, sustalıyı çıkardı.
Uzun yıllar sonra bir öpüşü anımsayan, böylelikle kendini bulan bir ağız gibi aralandı avucu.”

Hayatın şiirini dile taşıdığı öyküleriyle edebiyatın içinde daima bir “yüksek” ses olan Tomris Uyar’ın, ilk baskısı 1973’te yapılan ikinci öykü kitabı Ödeşmeler’e daha sonra Şahmeran Hikâyesi de eşlik etmişti. Aradan geçen otuz yıla rağmen edebiyatımızın hâlâ genç, güçlü, kunt öykülerini içeren Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi daima taze kalacak.

Tomris Uyar’ın o sarsılmaz ama sarsan öyküleri...

— Yemekten sonra açarız, dedi Anne. Konuşur, tartışırız hep birlikte. Bir karara bağlarız.
— Süha beyler geleceklerdi, dedi Nine. Izgarayı musluğun altına tuttu.
— Gelsinler. Yabancı mı Süha beyler?

Anne gözlerini kısmış, tabaktaki köfteleri sayıyordu. Herkese ikişer tane düşüyor. Kıza üç tane de verilebilir ama Dede kızar. Herşey kararında olmalı. Köfteler, lokumlar, canerikleri öyle hemen bitmemeli. Kiraz bile olsa, çocuğun tabağına bir avuç koymalı: yeter. Öyle herkesin tencereye çatalını-kaşığını serbestçe daldırdığı gecekondu sofrası değil bu sofra. Çocuk öğrenmeli ve alışmalı küçük yaşta. Hakkına düşene boyun eğmeli. Koparıp almamalı. Öğrenmezse, ileride karşılaşabileceği kıtlık yıllarına nasıl göğüs gerebilir? Daha da önemlisi alışmazsa şimdiden, başkaldırır. Oysa Dede’yle Nine haksızlıklara, yoksulluklara tatlılıkla karşı koymuşlardır. Ne olmuştur sonunda? Daha ne olabilir? Selanik’in bir mahallesinden kalkıp İstanbul’da ev sahibi olmaktan, bir üst sınıfa kurulmaktan daha büyük bir armağan düşünülebilir mi? Dede’yle Nine, ustalıkla bölüşmüşlerdir bu armağanı aralarında. Eşyaları, malları, saatleri paylaşmışlardır.

Sözgelimi ikindi, Nine’nindir; onun saatleridir. Nine buzdolabını açar, kışsa portakalları eller, sayar; yazsa domatesleri. Hepsini birer birer çıkarır dolaptan, yumuşamışları, düşmüşleri, çürümeye yüz tutmuşları ön sıraya alır; dirileri arkaya iter. Böylelikle dolabı zamansız, Nine’ye sormadan açanlar, bu saygısızlığı gösterenler, hiç değilse önlerine ilk gelen yemişlerle sebzelerden almak zorunda kalacaklardır. Denge bozulmayacaktır. Dolap yerleştirme töreni böyle bir gözdağıdır işte. Ancak akşam yemeğindeki haklarını ikindiüstü kullanmak isteyen bir çocuğa –o da çocukluğu göz önünde tutularak ve yalnız bir kereye özgü olarak– diri bir domates uzatılabilir gerilerden, gönülden koparsa. Yoksa evde herşey bir gün sonra, üç gün sonra, hep pörsüdükten, sarardıktan sonra yenir.

Akşam saatleri Dede’nindi. O yüzden Nine, tabağı Anne’nin elinden aldı, sofraya kendi taşıdı ve kocasının önüne koydu. Ona sundu. Köfteleri paylaştırırken, yağ lekeleriyle dolu önlüğünün cebindeki kocaman anahtar destesinin şıngırtısı duyuldu. Evdeki hangi gizemli köşeleri açıyordu bu anahtarlar? Kimse tamtamına bilmezdi. O yüzden ürkünçtü belki. Akide şekerine, yastık yüzüne bile kilit vurulan bir evde hangi anahtarın ne işe yaradığı kestirilemezdi ki. Bilinen tek şey, anahtarlardan birinin Nine’nin yatak odasını açtığıydı.

Dede’yle odalarını ayırmışlardı çoktan. Dede, önceleri zarif ve kültürlü bularak istettiği bu yabancı kadının (Selanikli oldukları halde akraba değildiler) pasaklılığından daha ilk günlerde tedirgin olmuştu. Gerçekten de bu kadında erdemlerini bile kötüye kullanabilme gibi alışılmadık bir yetenek vardı. Bektaşi bir aileden geldiği için umursamaz ve dağınık; tanrı-tanımazlığı bilinçle benimsediği için hınzır ve alaycıydı. Kendine güvenirdi ve kayıtsızdı. Sürmeleri gözaltlarına bulaşırdı. Kocasıyla ilk gittiği baloda takma lülesi düşmüştü. Patiska gömleği hep sarkardı entarisinin altından. Zamanla, sevilmedikçe, göğüsleri de küçülmüştü, sırtı kamburlaşmış, Fransızcası seyrelmiş, ezbere bildiği şiirleri ve keman çalmayı unutmuştu. Unutmadığı tek şey Rumelili olduğuydu. Tiksinirdi Anadolululardan. “Geçenler geçmiş, kaymak tabakası Rumeli’de kalmıştı. Avrupa’da yani.” Selanik’te kaç-göç yoktu o yıllarda, evet. Peçeymiş, yok cara girmekmiş... Rumlarla Yahudilerle iç içe yaşarlardı. Kadınlarla erkekler dostluk edebilirlerdi rahatça. Çünkü Avrupalıydılar. İki çocukla yetinmeyi bilirlerdi. Bu “İstanbul askeri” gibi kaba saba davranmaz, gece yatısına kalmaz, ansızın çıkıp bir yere yemeğe gitmezlerdi; en yakınlarına bile. Yok canım, kabalar geçmişti Anadolu’ya, seçkinler Rumeli’deydi. Torunu biraz benziyordu kendisine; doğru. Bilekleri inceydi, teni beyazdı, ama kalkıyor bir Anadolulu gibi işe sıvanıyor, o bileklerle güzelim Çekoslovak işi ağır karyolaları yerinden kaldırıyor, altlarını silip süpürüyordu: “Çetin ceviz.” Nine dilini düzeltmemişti. İnatla savunurdu bozuk şivesini. Anadoluluyu küçümsemek için en uygun deyimleri Rumeli ağzından seçmekte titizlik gösterirdi: “Kazdağlı,” derdi. “Okumaktan yazmaktan, şimdi gelir bağ kazmaktan.” Kinini bilemekle geçiriyordu artık günlerini. İncecik, ihtiyar bacaklarıyla odadan odaya durmaksızın dolaşırken, dolapları açıp kaparken, makbuzları düzene koyarken, oyaları, yazmaları havalandırırken, anahtar destesinin şıngırtısı yayılıyordu eve; sahibinin varlığını, egemenliğini haber veriyordu. Dişiliği tükenmiş, ev kadınlığı hâlâ süren bir ihtiyarın tek süsüydü.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.