O, Öyle Sevgiliydi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Fotoğrafçı, gazeteci, arkeolog, yazar, seyyah... Ya da zengin bir ailenin kızı, “meşhurların arkadaşı”, uyuşturucu bağımlısı, tutkulu âşık, kavgacı kişilik, lezbiyen, deli... Ya da hiçbiri... Sıradışı ve sınırda yaşayan bir kadın-erkek. Annesinin ve Thomas Mann’ın ikiz çocuklarına, kızı Erika ile oğlu Klaus’a duyduğu büyük aşkın gölgesiyle, ömrü oradan oraya savrulmakla şekillenen, hem kadınların hem de erkeklerin tutkulu bir aşkla bağlandıkları bir kült figür: Annemarie Schwarzenbach. Bir özyıkım ve arayış hikâyesi...
1942’de, 34 yaşındayken ölen ve annesinin de katkısıyla unutuluşa terk edilen, sonra 1987’de Cenevreli genç bir araştırmacı Roger Perret’in yazdıklarıyla, neredeyse yeniden dirilen, iki dünya savaşı arası bohem hayatın çarpıcı kahramanlarından Annemarie...

Ona bunu, evliliklerine bir fırsat daha vermesini söylemek, yola çıkmasını önlemek istiyordu, ama bunu nasıl yapabileceğini bilmiyordu. Annemarie susuyordu. Benzi soluktu, aklı dağınık, aceleciydi. Hiçbir şeye benzemiyordu ve bu dünyaya ait değildi. Ona denk gelmişti, şimdi de gitmek üzereydi. Vapura binmeyi bekleyen arabaların, denizcilerin arasında, etrafını hiç görmeden geziniyor, Pehlevi rıhtımının bir ucundan diğerine, hiç durmaksızın –karşısında duran ve sadece kendisinin görebildiği bir şeye gözlerini dikerek– gidip geliyordu. Etrafında hep boşluk vardı. Vücut bulmuş özlem meleği gibiydi. Claude bir keresinde, eski bir sanat kitabında görmüştü. Binlerce yıl önce Skopas yapmıştı bu heykeli. Yanlış hatırlamıyorsa adı Pothos’tu. Büyülenmiş bir halde o sayfayı kitaptan koparmış ve geometri kitabına yapıştırmıştı. O resim kendisine senelerce eşlik etmişti. Kanatlı bir şeytan (ya da bir melek miydi?), arzu, pişmanlık ve zevkle karışık bir şekilde başka yere bakan, küstah hatlı kadınsı bir delikanlı. Karısı için hep buna benzer bir şeyler hissetmişti. Annemarie, hayatı boyunca aradığı her şeye benziyordu. Annemarie bilmeksizin, istemeksizin ona bir tanışıklığın ve buluşun mutluluğunu getirmişti. ‘Seni görür görmez, chérie, seninle oraya, geldiğim yere döndüm.’ O kadına âşık olmak korkunçtu, çünkü ne onu korumak ne de onun için bir şeyler yapmak mümkündü. Göçmen bir kuş gibi, dünyanın bir ucundan diğerine, evini hiç bulmaksızın, deliliğin sınırından geçecek kadar huzursuz ve göçebe bir varoluş biçimine savrularak, dur durak bilmeksizin, avare avare dolanmaya devam edecek. Bir yerlerde duracak olsa da, dönüşsüz bir yolculuk kurgulayıp gitmenin hayalini kurmayı sürdürecek. Daima uzakta olanı, olmayanı, görünmeyeni, yasaklı, dokunulmaz, kayıp olanı –kendi orijinal kopyasının olduğuna inandığı, adı hiçbir yer olan o yeri– isteyecek ve o bulduğu hiçbir yer olmayacak. Daha başka maceralar yaşayacak, beni delirtecek ve sonra bir gün yeniden kaybolacak ortalıktan, ben her şeye rağmen, onu burada tutmayı neden başaramadığımı soracağım kendime. Günlerden bir gün, kimsenin ona tahammülü kalmadığında, daimi olarak yok olacak ya da belki, kim bilir neredeysem oraya bir telgraf gönderecekler ve onu bir gölün dibinde, bir çukurda, bir yarıkta, bilinmedik bir şehrin kaldırımında, yol başında bulduklarını söyleyecekler.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.