Mezbahanın Mimarisi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Sevgilisi tarafından terk edildiğinin ayırdına yavaş yavaş varan genç bir mimarın ‘kaçıs’ları. İspanyol yazar Julio Baquero Cruz, 1972 doğumlu bir Avrupa Hukuku doktoru. “Yeni Yazı” dizisi, edebiyata yeni bir bakış açısı getiriyor. Bunu yaparken de türler arası geçişleri özendirerek kalıpların dışına çıkmaya çalısan deneyimli/deneyimsiz yazarların yapıtlarına yer veriyor.

Cumartesi

1

Lafımı unuttum. Sesi piyanonun notaları arasından duyuluyordu.
— Biraz kan aldırmanın bir zararı olmaz, bilhassa senin yapındaki insanlara.
— ...
— Biraz kan aldırmanın zararı olmaz diyorum, bilhassa senin yapındaki insanlara.
— Dediğini duyamıyorum.
— Diyorum ki, biraz kan aldırmanın...
— Duymadığımı söyledim ya, duymuyor musun?
Aslında duyuyordum, ama canım onunla konuşmak istemiyordu; gözümde gözlüğüm, kulağımda kulaklığımla oturmaya devam ettim. Bir yandan müzik dinliyor, bir yandan da gözlüğümün yarısaydam ekranında beliren kelimeleri cep bilgisayarıma dikte ediyordum. Onu belli belirsiz seçiyordum; pek uzağımda değildi, az önce yemek yediğimiz masada, ekmek kırıntılarından tepecikler yapmaktaydı.
Birkaç saniye sonra yine lafımı unuttum. Karşıma dikilmiş, tırnağıyla sinirli sinirli kafamı kaşıyordu. Kelimelerim uçup giderken, geniş salon pencerelerinden içeri giren ışığın okşadığı gövdesinin ortasında, oval göbek deliğini hayran hayran seyrettim. Bir şey söylemem göbekti:
— Ne istiyorsun?
— Gözlüğünü çıkarsana biraz.
— Çıkaramam.
— Lütf...
— Görmüyor musun, işim var. Ne söyleyeceksen söyle de işime devam edeyim, hadi.
— Azıcık kan aldırmanı teklif edecektim sadece, belki sakinleşirsin biraz.
— Benim sakinleşmeye ihtiyacım yok ki, tam tersine. Ayrıca, senin doktorun ne derse desin, bana iyi geleceğini sanmıyorum.
— Ama bana müthiş iyi geliyor...
— Ne mutlu sana.
Başımı çevirdim ve işime döndüm. Sallanan koltuğa oturup bir şırınga almış ve kolunun en yumuşak yerine batırmış olmalıydı. İğne, derisini delip bir miktar koyu renk kan çekmişti muhtemelen. Sonra şırıngayı kâğıt sepetine atıp ağır ağır sallanarak uykuya dalmıştı herhalde.
Bilgisayarımı kapatınca, baştan aşağı beyazlar içinde, koltukta kıpırtısız uyumakta olduğunu gördüm. Bir bulut güneşi örttü. Bitkin vücudunun üzerine bir gölge düştü. Uzun müddet, sessizce seyrettim onu. Nasıl bu kadar çok uyuyabiliyor, anlamıyorum, diye düşündüm. Bence bıraksalar, bütün gün, bütün gece uyurdu neredeyse. Halbuki ben daima uyanık kalabilmeyi isterdim.
Fikirlerim tükenmişti. Sessizce onun karanlık ismini heceliyordum tekrar tekrar –Layla, Layla, Layla– bir yandan da onu tarif edecek sıfatlar arıyordum. Güzel geri zekâlı? Geri zekâlı güzel? Belki de en iyi tanım, geri zekâlı güzel gerzek idi.

2

Hafta sonları, sokak serserisi kılığına girip kitap ve disk avına çıkmak, öteden beri âdetimdir. O, herkes bize baktığı için, yanımda yürürken utanır. Bu sefer yalnız çıktım; onu, kansız loşluğuna gömülmüş, yalınayak –ayakkabıları yerde, az ötesinde– boynu sağa doğru bükülmüş, sol kolu koltuktan aşağı sarkmış vaziyette bıraktım. Onu bu haliyle her gördüğümde, hayatı için endişelenirim; o kadar derin uyur ki, nefes almıyormuş izlenimi uyandırır. Kulağımı kalbine yaklaştırdım, isteksiz birkaç kalp atışı duydum. Hâlâ hayatta, dedim kendi kendime ve evden çıktım.
Dışarıda güneş parlıyordu. Sakin, oksijeni bol, elektriksiz bir hava vardı. Sokak kapısının az ötesinde, kaldırıma yüzüstü uzanmış yatan bir beden gördüm. Kaldırım taşlarına yayılmış kırmızı bir leke, kafasına kadar uzanıyordu. Yanında parçalanmış bir saksı vardı, toprağın bir kısmı kaldırıma saçılmış, sardunyalar biraz solmuştu. Ani bir tür edep duygusuyla, durup o bedene ait yüzü görmek istemedim. Yolun o esnada boş olmasından yararlanıp sokağın ortasından yürüdüm; bir yandan da, ıslıkla, Johann Sebastian’ın viyolonsel süitlerinden birinin ilk notalarını çalıyordum.
Mutat gezinti programım şöyleydi: Recoletos’a kadar yokuş aşağı yürüyüş, Valle-Inclán’ın heykeliyle kısa sohbet (arzuya bağlı), Espejo’da kahve (mecburi), Bárbara de Braganza, Fernando VI, Barquillo ve adını hatırlamadığım başka bazı sokaklardan geçerek Chueca Meydanında mola (arzuya bağlı, sıkça). Yürüyüşe özellikle uygun günlerde, Serrano Caddesinden Alcalá’ya, oradan Cibeles’e iner –bir ihtimal Círculo’da kahve içer– ve sonra Gran Vía’dan yukarı çıkardım.
Sokaklar bomboştu. Uykudaki bir şehirde dolaşıyormuş ve kendim de rüya görüyormuş gibiydim. Kahveden sonra Chueca’da mola verdim. Bir banka oturup gözlüğümü taktım:
Kafası tıraşlı, kısa boylu bir delikanlıyla upuzun saçlı, dev gibi bir kadın var. Oğlan kadını bir banka dayayıp sıkıştırmış. Kadını okşuyor; ağzını, kaygan dilini, kızarmış boynunu yalıyor. Kulak memelerini, kaşlarını, dudaklarını, ısıran ağzını, göğüslerini, bacaklarını elliyor. Şimdi döndüler. Aslında iki kız galiba bunlar. Ufak tefek olanı kalçalarını iki yana oynatıyor. Ara sıra başını hafifçe çekip nefes alıyor. Şu anda sırtı dönük olan dev kızın minik eteği, hareketten ötürü yukarı sıyrılıyor. Kızın beyaz teni ve ince, siyah, parlak bir çizgi görünüyor. Miyopluğum, daha fazla ayrıntı görmemi engelliyor. Bütün bunlar çok ilginç olabilir, ama gözlem yaparken vakit kaybediyorsun.
Yoluma devam edip Gran Vía’ya kadar yürüdüm. Terk edilmiş eski binaların, eski orospular sokağının, telefon idaresi kalıntılarının önünden geçtim. Bu binalardan bazılarının altında, camekânlı jimnastik salonları açıldı; gayretkeş müşteriler, sabit bisikletlerde pedal çevirerek, hareketli bantlarda koşarak, hayali kanolarda kürek çekip ağırlık kaldırarak gelip geçenleri oyalıyor.
Biraz daha aşağıda, en son çıkan kitap ve diskleri satan büyük dükkânlara girmek üzere yürüyüşe ara verdim. Yürüyen merdivende üst kata çıkarken, bir tanıdığa rastlarım diye hem umutlanıyor, hem korkuyordum. Arasıra insanlara bakıp hemen kafamı çeviriyordum. Bazen de bir arkadaşımın yüzünü seçer gibi oluyor, yaklaşınca, tanımadığım biri olduğunu görüyordum. Hiç kimse tarafından tanınmadan felsefe bölümüne ulaşmayı başardım. Orada, elime küçük bir kitap aldım. Rasgele birkaç satır okudum:

Bu kitap en küçük insancıklara ait. Belki de henüz hiçbiri yaşamıyor.
“Ne yapacağımı bilemiyorum; ben tepeden tırnağa, ne yapacağını bilemeyişim,” diye iç çeker zamanımızın insanı.

Aklıma bir şey gelmişti. Oturmak üzere bir iskemle aradım ve tekrar gözlüğümü taktım.

3

On iki yaşındayken, babaannemlerde bir yaz geçirdim. Vaktimin çoğunu evin içinde tek başıma dolaşarak geçirirdim. Tarifsiz bir sıkıntı ve şaşırtıcı biçimde evde televizyon olmayışı, beni kitaplara yöneltti. Bir gün, kütüphanenin raflarına tırmanırken, yarı yarıya gizlenmiş, ters dönmüş, mavi ciltli küçük bir kitap buldum. Pek iyi durumda değildi; bazı sayfalar eksikti, bazıları da kötü kesilmiş olduğundan, her satırın ilk veya son kelimelerini tahmin etmek gerekiyordu. Her şeye rağmen, kitabın adı dikkatimi çektiğinden okumaya karar verdim.
O kitap ve dedemlerin kütüphanesinin üst raflarında bulduğum başka kitaplar, nasıl olduğunu tam bilemesem de, hayatımı değiştirdi. Madrid’e dönmeden önce, dedemden küçük mavi kitabı istedim.
— Bu kitap hoşuna gitti demek?
— Evet.
— Neden peki?
— Bilmem... Fikirler önceden kitaptayken şimdi burada, o yüzden hoşuma gitti.
Sağ elimin işaret, parmağıyla başımı gösterdim. Dedem gülümsedi.
— Pekala... Kitap senindir. Alabilirsin.
Dönüşümden birkaç gün sonra, hayatımda yeni bir dönem başladı: ortaöğrenim. Yeni arkadaşlarım arasında en dikkate değer olanı, Venancio adında biriydi. Diğerlerinden birkaç yaş büyüktü, boynuna ters bir haç takar, bateri çalar ve jimnastik derslerinde, koşmak üzere sıraya girdiğimizde, geçerken kızların poposunu ve mümkünse başka yerlerini ellerdi. Venancio çok hızlı koşardı. Çok başarılı bir atletti, ama jimnastikten çok iyi not almasına rağmen, eylül ayı geldiğinde hep bir yıl öncesinin derslerini tekrarlamak zorunda kalırdı. İlk günden itibaren, kendini bir “Deccal” olarak tanımlamış, bana küçük mavi kitabı hatırlatan da bu olmuştu. Bir gün ona kitaptan bahsettim ve sınıftaki herkesten nefret eden Venancio, benden nefret etmemeye karar verdi.
Venancio, büyük bir kitapçıdan, kitabın bir nüshasını çaldı. Onun nüshası benimkinden çok daha iyi bir basımdı. Kitabı çok dikkatlice okudu. –yedi ayda bitirdi– ve sonra da, kapaksız, keskin sarmısak kokusu sinmiş, her tarafına notlar düşülmüş nüshasını bana ödünç verdi. Üzerinde yazarın resmi bulunan kapağı kesmiş ve raptiyeyle odasının bir duvarına, uzun saçlı erkek ve çıplak kadın posterlerinin arasına asmıştı. Resmi bir akşamüstü, sınıftan birkaç çocukla birlikte Venancio’nun evine film seyretmeye gittiğimizde gördüm. Venancio yanımıza birer naylon torba almamızı tembihlemişti, dediğini yaptık. O portreyi çok iyi hatırlıyorum: profilden, bir eli görünmeyen yanağına dayanmış, pos bıyıklar, delici, kaybolup gitmiş keskin bir bakış, çukurda kalmış gözler ve üstünde o uçsuz bucaksız alın.
Bunun haricinde, Venancio, bana resimli dergilerini göstermek ve sebebini hiçbir zaman tam olarak anlayamadığım halde, arasıra beni dövmeye kalkışan düşmanlarından kurtarmak suretiyle, bana olan sevgisini ve saygısını kanıtlıyordu.
Okul bittikten sonra birbirimizi görmedik. Paramparça kitabını hâlâ saklıyorum, şu anda da önümde: Venancio’nun düştüğü notlardan iki örnek, fikirlerinin derinliğini ortaya koyacaktır:

NIETZSCHE IS THE BEST1
(10 ve 11. paragraflar arası)

BİRİNCİ SINIF
(Hıristiyanlık Karşıtı Yasa’nın dördüncü maddesinin kenarında: “Bekâretin vazedilmesi, halkı sapıklığa teşvik etmektir. Cinsel hayatın aşağılanması, “leke” kavramıyla lekelenmesi, hayatın kutsal ruhuna karşı işlenen gerçek günahtır.”)

Lisede beni etkileyen bir başka kişi de, Ahlakbilim hocası Bello Otero’ydu; hocamız, dağlık Madrid manzarasının (küçük salonda) daima etkili olan küçük burjuva yorumlarıyla, resim alanında  da sivrilmişti. Dersleri son derece sıkıcıydı. Yıl boyunca Epikuros’tan öteye geçemedik. Noel’den sonra Casablanca ve Malta Şahini gibi eski filmler seyrettik. Ahlakbilimden bir daha söz edilmedi.
İlk günlerden birinde, dünyanın var olmadığını, gerçekliğin gerçekdışı olduğunu savunan bir felsefe akımı olup olmadığını sormak esti aklıma. Dünyanın bir hayal olduğunu, mutlak bir zihnin hayalgücünün ürünü olduğunu sezmiştim. Algılarımızın bizi aldattığını, çevremizdeki nesnelerin var olmadığını, bizzat bizim de var olmadığımızı ileri sürdüm. İnsan uyur, dedim, ertesi gün uyandığında, belki de başka biridir ve kendisi bu değişikliğin farkına varmamıştır. İnsan aynı kişi olduğundan, dünkü odanın aynısını gördüğünden, onu aynı gözle gördüğünden nasıl emin olabilir?
Bello Otero, bir rahip ciddiyetiyle yanıma geldi ve herkesi güldüren, şiddetli bir tokat patlattı. Canım epeyce yanmıştı.
— Ee? Bunu hissettin mi?
— Evet.
— Öyleyse saçmalamayı bırak.
— Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz. Ayrıca bana vurmaya hakkınız yok.
— Senin de şikâyet etmeye hakkın yok. Senin kuramına göre, ben sana tokat atan kişi değilim artık, sen de tokadı yiyen değilsin.
— Bu mazeretin geçerli olması için, benim kuramımı kabul etmeniz gerekir, oysa buna yanaşacağınızı sanmıyorum.
Israrla tartışmaya devam ettim; sonunda Bello Otero dışarı çıkmamı söyledi. Dersin geri kalanını koridorda geçirdim ve belki de haklı olduğumu, Bello Otero’nun, iğrenç tablolarının, okulun ve dünyanın tamamının var olmadığını düşünerek teselli buldum. Peki, dünya sahiden yoksa, sonra ne olacaktı? Amaan... Hiçbir şey yoksa, diye düşündüm, benim kaderimin ne önemi olabilir?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.