Küçük Harfli Mutluluklar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Haldun Taner, Doğan Kardeş - Seçme Öyküler dizisinde...

“Böylece yaz geçti, güz geçti, kış geçti. İlkbahar gelip de mayıs güneşi bir genç kızınkine benzeyen ılık nefesini tabiata hohlayınca bademler birden beyazlara büründü. Kırlar kokularını süründü. Deniz aniden duruldu. O sakin mavisini yeniden buldu. Bu arada ihtiyar kavak da tomurcuklanıp yaprak açmıştı.”

Haldun Taner’in tamamı YKY’den çıkan yedi öykü kitabından seçilen dokuz öykünün yer aldığı “Küçük Harfli Mutluluklar” genç okurlar ve Haldun Taner edebiyatına yeni başlayanlar için bir giriş kitabı niteliğinde.

Kitabı hazırlayan Murat Yalçın sunuş yazısında şöyle diyor:
“Nereden bakılsa, hayata bakışındaki derin ve keskin gözlem gücü, insanı ele alışındaki olgunluk ve incelik, durumları ortaya koyuşundaki kültürel zenginlik, anlatımındaki sağlam yapı ve mizahın imbiğinden geçen ışıltılı üslubuyla klasikleşmiş bir yazar çıkar karşımıza. İstanbul Türkçesini, İstanbul ağzını iyi bilen yazarlarımızın başında gelir. Ne de olsa Ahmet Rasim, Ahmet Midhat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Refik Halid Karay, Memduh Şevket Esendal onun ustalarıydı. Bu yedi kitaptan seçtiğimiz dokuz öyküyü okuduğunuzda öykücülüğümüzün bu büyük ustasını daha çok benimseyeceğinizi ve bütün kitaplarını okuma isteği duyacağınızı umut ediyoruz.”

Öykü yazmaya 1945’te başlayan Haldun Taner, on yıl sonra Sait Faik Hikâye Armağanı’nın ilkini “On İkiye Bir Var” kitabıyla alarak Sait Faik ve Orhan Kemal’le birlikte öykücülüğümüzün sac ayaklarından biri oldu.

Haldun Taner edebiyatı son derece bütüncül ve tutarlıdır. 1955’ten sonra Türk tiyatrosunun en parlak döneminde büyük bir çıkış yapan Taner, kişiliğiyle üslubu, yaşamıyla yapıtı bir ve bütün olmuş yazarlardandır. Kişilerini hep sevgiyle, anlayışla, şefkatle, aşağılayıp yüceltmeden, olduğu gibi, eşit bir ilişkiyle ortaya koyar. Onun öykücülüğü, üç döneme (klasik, epik, kabare) ayrılan oyun yazarlığından, radyo skeçleri Devekuşuna Mektuplar başlığıyla yıllarca sürdürdüğü gazete yazılarından ayrılamaz. Hepsinde, daha ilk satırlardan itibaren kendi imzası fark edilir. Nereden bakılsa, hayata bakışındaki derin ve keskin gözlem gücü, insanı ele alışındaki olgunluk ve incelik, durumları ortaya koyuşundaki kültürel zenginlik, anlatımındaki sağlam yapı ve mizahın imbiğinden geçen ışıltılı üslubuyla klasikleşmiş bir yazar çıkar karşımıza. İstanbul Türkçesini, İstanbul ağzını iyi bilen yazarlarımızın başında gelir. Ne de olsa Ahmet Rasim, Ahmet Midhat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Refik Halid Karay, Memduh Şevket Esendal onun ustalarıydı.

Taner’in öykülerindeki ana izlekler siyaset, bürokrasi, kadın, cinsellik, namus, yaşlılık, kuşak çatışması, değişen toplumsal değerler, müzik, doğa, hayvan ve elbette İstanbul’dur. Bütün bu izlek ve motifler onun toplam 52 öyküden oluşan 7

78 kitabında farklı renk ve tonlarda işlenmiştir. Şimdi bu kitapları kısa kısa tanıtalım: İlki “Yaşasın Demokrasi” Ahmet Halit Kitabevi tarafından 1949’da basılmıştır. İkincisi Tuş 1951’de Varlık Yayınları’ndan çıkmıştır. 1953’te yine Varlık Yayınları’ndan çıkan “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” üçüncü kitabıdır. Dördüncü kitabı bir uzun öyküden oluşan “Ayışığında “Çalışkur”” 1954’te Yenilik Yayınevi tarafından basılmıştır. Taner’in beşinci öykü kitabı “On İkiye Bir Var” ise yine 1954’te, Varlık Yayınları’ndan çıkmıştır. (Bu arada, 1967 tarihli Konçinalar Varlık Yayınevi tarafından basılmış bir seçme öyküler kitabıdır.) Yazarın altıncı kitabı “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” 1969’da Bilgi Yayınevi tarafından basılmış ve Uluslararası Bordighera Mizah Ödülü’nü almıştır. Haldun Taner’in son öykü kitabı “Yalıda Sabah” 1983 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanmıştır; aynı yıl Sedat Simavi Ödülü’nü kazanan bu kitap üst üste sekiz baskı yaparak 1980’lerde cılızlaşan öykücülüğümüze güç vermiştir. İşte, bu yedi kitaptan seçtiğimiz dokuz öyküyü okuduğunuzda öykücülüğümüzün bu büyük ustasını daha çok benimseyeceğinizi ve bütün kitaplarını okuma isteği duyacağınızı umut ediyoruz.

Murat Yalçın

Sebati Bey’in İstanbul Seferi

Az çok her insanın bir şeye karşı iptilası oluyor. Karantina kâtipliğinden emekli Sebati Bey’in de varsa çiçekleri yoksa çiçekleri...

Onunkisi merak değil de illet artık. Bir mecliste İngiliz Kralı’ndan mı bahis geçti, onun ilk aklına gelen çağrışım Kra­liçe Viktorya ve dolayısıyla Viktorya gülleridir. Bir yerde gö­züne oyma bir yazı takımı mı ilişti, hemen yaklaşıp tahtasını muayene edecek: Ihlamurdan mı imiş yoksa gül ağacından mı? Hatta insanları bile ikiye ayırıyor: Çiçek sevenler, çiçekten anlamayanlar. Birinciler taife-i zevki selim, ikinciler ise, yine kendi tabiriyle, bîbehre ve ham ervah imişler.

Çoluk yok çocuk yok. Adamcağız Maltepe’nin dağında bir başına deli mi çıksın? O da buna merak sardırmış. Maltepe’nin havası malum... Öğleden sonra bir deli rüzgâr dört tarafı tam­takır kurutup bırakır. Fakat siz Sebati Bey’deki azme bakın ki böyle namüsait iklimde dahi çiçek yetiştiriyor.

Süt hemşiresinin zevci geçenlerde dostlarından birinden Japon gülü tohumu bulmuş. Sebati Bey’in huyunu bildikle­rinden bir miktar da ona ayırmışlar. İhtiyarın kaç gündür içi vık vık ediyor. Gidip tohumları alacak. Ama gözü, yolu pek yemiyor. Maltepe neresi, Saraçhanebaşı neresi?.. Yarın giderim, öbür gün giderim, diye savsaklayıp duruyor.

İşte bu sabah bir eşref saatine rastladı, kararını verdi. On­ların getirmesini beklemeyecek, tohumları bizzat kendi alıp gelecek.

İstasyon memuru onun şehre seyrek indiğini bildiğinden her seferinde takılır:
“Ne o beyefendi, yine hovardalığa mı?”
Sebati Bey de bembeyaz sakalının ortasından kıpkırmızı dudakları ile gülümseyerek;
“Affetmişsin sen onu” der. “Ben güllerimin üstüne gül koklamam.”

Bu sözlerini pek beğendiğinden, her yerde, “İstasyon me­muru bana böyle dedi, ben de ona böyle cevap verdim” diye anlatır durur. O gün trene tıpatıp yetiştiği için istasyoncu ile mülâtafe edemediler.

Öğle treni adeta boş... Sebati Bey başını koltuğa dayadı. Altında kayıp giden sarı tarlalara, bir alçalıp bir yükselen tel­graf tellerine baka baka, hafiften biraz kestirdi. Haydarpaşa’ya gelip de trenden inince, etrafı bayraklarla donanmış görerek afalladı... Eyyami adiyeden sandığı o gün, meğer İstanbul’un kurtuluş bayramı değil mi imiş? Yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmak buna derler işte. Akşamüstü vesait kim bilir ne kalabalık olacak... Acaba geri dönsem mi diye düşündü. Vapur Kadıköy’ünden kalkmış, denizi yara yara geliyor. Olan olmuş bir kere... Vapur yanaşınca güverteye baktı. Adeta bom­boş... Sevindi. Herkes Taksim’e merasime gitmiş, kalabalık orda birikmiştir diye avundu. Talihine köprüden de tenha bir tramvay arabası bulmasın mı? Ver elini Saraçhanebaşı...

Hararetli karşılanma. Sarılışıp koklaşma. Sonra hoşbeş. Bir miktar Nasrettin Hoca, Bekri Mustafa, Bektaşi fıkrası... Bir de baktı ki akşam oluvermiş. Günler de ne kısaldı! Sebati Bey kucağında Japon gülü tohumlarının paketi, alelacele veda edip süt eniştesinin evinden ayrıldı. Son duraktan rahat binerim diye Fatih’e kadar yürüdü. Ön tarafta bir yer bulup oturunca kurnazlığına pek sevindi. İkide bir elini kesekâğıdına daldırıp uçları sivri pembecik parmakları ile tohumları elleyip küllüyor. Ne sevinç ne sevinç... “Yarın bunlara portakal menekşelerinin yanında yer hazırlarım. Efendime söyleyim, şöyle besmele ile birer birer ekerim. Recep Usta’dan ince dere kumu buldur­malı. İmamın oğlu da güvercin gübresi getirecekti. Langa’da ikamet ederken, liman kâtibi Nusret Bey’in bahçesinde görür de imrenirdim. Bak şu feleğin işine... Seneler sonra bana da müyesser olacakmış.”

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.