Koparıldığımız Topraklar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Bu anlattığım, sürüp giden bir karanlığın gizli kalmış öyküsüydü, bu topraklardan koparılmamızın öyküsü.”
 
Soğuma (1995) ve Bir Arzuyu Beslemek’ten (2002) sonra Mahir Öztaş bu üçüncü romanında 1970’ler Türkiyesi’nin kesif siyasi havasını solumuş bir kuşağın arayışlarını anlatıyor. Koparıldığımız Topraklar; özgürlük ve güvensizlik, hayalperestlik ve umutsuzluk, mutluluk ve karabasan, cinsellik ve politika, başıboşluk ve aidiyet duygusu, aylaklık ve örgütlü mücadele, bir yere çakılıp kalma korkusu ve yurt özlemi, haritada savrulma isteği ve bir “safra” gibi atılmışlık, geçmişe saplanıp kalma ve bugünü yakalama arasında bocalayan bir adamın hüzünlü öyküsü...
 
“Ne zamandı, şimdi anımsamam çok güç, sanırım Bay Jiang, –ne yazık ki uzun bir süre önce öldü– daha o zamandan sanki geleceği görmüş gibi yavaşça kulağıma eğilmiş ve görünür bir hüzünle, ‘Artık hiç kimse devrimden söz etmiyor,’ demişti.
Bay Jiang’ı ve kendimi, bütün o karanlık yıllar boyunca, değişik yerlerde, ama en çok da, Old Brompton Road’daki Troubadour Kahvesi’nin o yarı loş salonunda düşünmek hoşuma gidiyor. O zamanlar daha Bay Jiang ile yeni tanışmış olmalıyım ve bana bunu söylediğinde, henüz bu romanda yer alacağını ne o ne de ben biliyordum.”

Uzakdoğu’ya yaptığım o uzun yolculuğun sonunda, yeniden Londra’ya dönüşümde, havanın serin dokunuşu, ışığın insanın bedenini okşar gibi yayılışı beni şaşırtmıştı. Sıcağın ve hiç bitmeyen muson yağmurlarının anısı henüz belleğimden silinmemişti ve beni canlandıran bu duruma uyum sağlamakta başlangıçta oldukça güçlük çektim. Doğrusu bu, canlanmıştım, ama iştahsız ve halsizdim. Bir süre sonra da, bilemediğim bir nedenle kendimi yorgun ve savunmasız bulmuştum. Bir arkadaşın evinde katıldığım yemekte, ülkemin yemeklerini andırdığı için, özlediğim düşünülerek ikram edilen yiyecekler nedense bana ağır ve yağlı gelmişti.
Döndüğümün üçüncü gününde, bir arkadaşımın evini ararken, Dalston’da, sokağın iki yanında uzanan eski, köhne evlerin karanlık görüntüsüne bakmış ve artık durmaksızın kendime kalacak bir yer aramaktan bıktığımı düşünmüştüm. Bu birbirine benzeyen daireler, tekdüze dış kapıların açıldığı, uzun ve kasvetli bir dış koridorla birbirine bağlanıyordu. Merdivenleri çıkarken ayaklarım külçeye dönmüştü. Zilin çalışına çıkan kadın, arkadaşımın burada olmadığını söylemişti ki bu, kendime yeni bir yer aramam anlamına geliyordu.
Yolculuk dönüşü, anlamını çözemediğim bu yorgunluğun yanında, garip bir şeyin daha bilincine varmıştım. Kendi yaşadığım ülkenin, geceleri ve gündüzlerinin, ağır geçişlerle birbiriyle didiştiği bir kentinden geliyordum. Geceleri yeğleyen bir gün ışığı acemisi olduğum söylenebilirdi. Uzun yıllar yaşadığım  İstanbul, benim için ılımlı bir iklimin örneklerinden biriydi. O güne dek, kimi ülkelere, oldukça uzun yolculuklar yapmıştım; sözgelimi Kuzey Afrika ve Arabistan’ı, bir anlamda değişik çöl iklimlerini görmüştüm, daha önceleri de muson yağmurlarının yıkadığı sıcak iklimlerde bulunmuştum, bu yüzden de, yaşamımda tropik bir bölgeyi ilk kez gördüğüm söylenemezdi, ama yine de bu yolculuk bende bir şeylerin değişmesine yol açmıştı. Bir tür algı değişikliğiydi bu, Londra’ya daha önceki gelişlerimde hiç bilincine varmadığım bir şeydi; oysa bu kez belirgin gariplikte bir ışıkla karşılaşmıştım. Tenime değen serin havanın yarattığı çağrışımlar bu yeni deneyime eşlik ediyor, duyduğum coşkuyu güçlendiriyordu. Diyeceğim, belirgin bir gölgeden yoksun, olağanüstü sönük, çoğu kez esirgeyici ışık neredeyse hiç sıcaklık yaymıyordu, sanki bir sis bulutu, öylesine uçucu. Buna karşın dokunduğu bedenleri ve nesneleri keskinleştirip, güçlendiriyor, ruhların özündeki sevecenliği ve canlılığı ortaya çıkarıyordu.
Dingin sonbahar günleriydi, geçici bir süre kaldığım Maida Vale’de, tek odalı bodrum katın merdivenlerinin başında, hemen yolun kıyısında, arabasından tekdüze sesler yayan siyahlar, yeşil parklar, puslu ve derin ışık, her şey bana uzakta bıraktığım ülkemin akşamlarını anımsatıyordu. Neden bilmem, uzun Hindistan gezisi boyunca, gerçekten de çok uzak bir gezegende yaşarmışım gibi duyduğumu, gerçek dünyamı unutup gittiğimi anladım. Eski  İngiliz romanlarındaki gibi, uzayıp giden bir günü hevesle izliyor, daha şimdiden bana tozlu ve uzak görünen bir yerden gelmiş benim gibi yorgun ve yalnız bir adam için, sanki asılı kalıp hiç devinmeyen güneşin, öylece alacakaranlıkta donup kalan ışığın, şaşırtıcı ve etkileyici bir şey olduğunu düşünüyordum.
Gelişimin ikinci haftasının başlarında, kimi arkadaşlarımla birlikte Notting Hill Gate Festivali’ne gittik. Güzel bir gündü, siyahların çoğunlukta olduğu neşeli ve coşkulu bir kalabalık cadde boyunca akıyordu. Yol kıyılarında, düzensiz ve öbekler halinde bekleşen insanlar, bu eğlence, kuşkusuz benim için bol içki anlamına geliyordu. Arkadaşlarımızdan birisi özel baskılı gömlekler hazırlamıştı ve bunları orada satmayı düşünüyordu. Kalabalığı izlemek için kendime güvenli bir köşe buldum. Akşama doğru kalabalıkla birlikte sürükleniyordum, elimde plastikten kocaman bir bira bardağı vardı, ama bitirmekte zorlanıyordum. Bu garipti, çünkü çevremde iyi bir içici olarak tanınırım. Ayaklarımın sanki bir külçeye dönüşmesi, onların beni taşıyacağı yerde, benim onları taşımak zorunda olmam da garipti. Sonra kalabalığın yararlanması için getirilmiş geçici kabinlerden birisine girdim, işemek için.  İdrarım neredeyse koyu çay rengindeydi, ama o akşam sarhoşluk ve yorgunluğun etkisiyle olmalı, bu beni pek kaygılandırmadı.
Bu yolculuktan döndükten sanırım üç hafta kadar sonra yakınmalarım iyice artmıştı. Güçsüzlük ve bitkinlikten tümüyle uyuşmuş, en küçük bir işi yapmakta bile zorlanır bir duruma gelmiştim. Londra’da arkadaşlarımın eve getirdiği Hint asıllı doktor, geldiği ülkenin koşullarını bildiğinden olacak, yüklü bir ücreti cebine indirdikten sonra doğruya oldukça yakın bir varsayımda bulundu. Sonra, ertesi gün, yataktan kalkmakta zorlanınca gittiğim bir mahalle doktoru, işemem için verdikleri şişedeki idrar örneğine bakıp başını kaygıyla salladı, sarılığa yakalandığımı, dinlenmem gerektiğini söyledi ve hastalığıma konulan tanı kesinleşmiş oldu.
Hasta olduğumu öğrendikten sonra, yorgun ve tükenmiş, uzunca bir süre eve kapanmıştım. Dışarıda yağmur hiç kesilmeden yağıyordu. Böylece en sonunda, ucuza kiraladığım salaş bir apartman dairesindeki odamda, düşünmek için bol zamanım oldu. Sanırım biraz da bu yüzden benim için sanki bu, zamanın kesintisiz ve inişli çıkışlı akışıyla insanı kaygılandırdığı günlerde kısa bir duraksama, bir tür kendimle yüzleşme dönemiydi. Bu dinmeyen yağmurun yıpratıcılığına karşın kafamda açık bir görüntü oluşmaya başlamıştı. Belki de benim için bu, hüzünlü bir deneyim olduğundan daha çok, kendimi toparlamamı sağlayan bir başlangıcı da oluşturmuştu.
Korktuğum başıma gelmişti, oldukça iyi bildiğimi sandığım bu kent artık benim için şaşırtıcı bir biçimde yabancıydı. Pencereden baktığımda, görüş alanımda, çatılardan öteye öylesine, belirsiz bir ufuk çizgisine değin özgürce uzanan karanlık bir gökyüzünden başka bir şey yoktu ve korkarım artık her şey bana çok uzak geliyordu.

Bütün ilişkiler hızla çözülürken, daha etkin bir topluluk düşüncesi ne yazık ki ham bir düşten öteye gidemiyordu. Olağanüstü ya da sıradan, her başkaldırı düzenin elinde yumuşatılıyordu. Düzen hemen her şeyi kendine uyduruyor, içinde eritiyordu. Kent, kuşkusuz insan eliyle kurulmuş, oysa sonunda onun denetiminden kurtulmuştu; bütün bu insan doğasına karşıt eğilimler, yoğunlaşan bir belleğin başına geldiği gibi, aynı onun durumunu da andırır bir biçimde, güçlendiği oranda umarsız bir acının kaynağını oluşturuyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.