Kolo

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Dağların, çocukluğun, sevmenin masalı... Yokoluşun, Keban Barajı’nın suları altında kalan Borkin köyünün inceden inceye ağıtı; anlatımı, anlattıkları ve hatırlattıklarıyla düşle gerçek arasında görünmez bir köprü... Vedat Dalokay 1979 Dünya Çocuk Yılı için yazdığı bu masalı, yediden yetmişe tüm kuşaklara armağan etti.

Sunuş

Çocukluğumun önemli bölümü, Süpürgeç Dağı’na yaslanmış  bağlar bahçeler arasında  kurulu Pertek’te geçti. Deliçay Murat’ın tam kıyısındaki Pertek’in 8-10 hanelik küçücük köyü Borkin, dedem Mustafa Ağa’nındı. Şako Bacı’nın ve Kolo’nun bu şirin köyü şimdi Keban Baraj Gölü’nün 40 metre altındadır.
Kolo benim çocukluk anılarımdır. Tüm malzemesi, Kolo ve tekesi, Şako, hayın kurt, Deliçay, Gulo Dayı, pireler ve türküler gerçektir. Olaylar da gerçek: Kolo’nun bir kova dolusu süt vermesi, sürünün Deliçay’ın ötesine geçmesi, Koloların kaybolduğu yerde Üçpınar’ın doğması... Olmaz demeyin, ben öyle anımsıyorum ve de öyle olmasını istiyorum. Üstelik düş karışmamış ham gerçeğin pek öyle tadı yoktur.
Beş çocuğum ve karımla, yani 14 ayakla toprağa basan bir babayım. Her çocuğumla birlikte çocukluğumu yeniden yaşadım ve tam beş kez yeniden doğup yeniden büyüdüm. Yatak odama bitişik öteki odalardan bugün bile ilkokuldan üniversiteye kadar sesler geliyor.
On beş yıl önce bir tatil günü, anaları çarşı pazara gidince, Beloş, Hakko ve Siboş’a masal anlatmak bana düştü. Önce onlara nasıl doğduklarını anlattım, yetmedi; kendi çocukluk anılarıma başladım...
Sevmişlerdi Kolo’yu ve Şako Bacı’yı. Son gelen Barış’la Gözde’ye de anlatmak gerektiğinde, paçamı kurtarmak için “size yazacağım bunları,” diye söz verdim. Yapmakta olduğum bir cami inşaatı için İslamabad’da bulunduğum bir sırada, (1979 Dünya Çocuk Yılı, Mart ayında) iki gecede Kolo’nun öyküsünü yazdım. Sabahleyin okuduğumda çok fena bozulmuştum. Malzeme iyiydi ama, her şey karmakarışıktı ve dili de öyle çocukların anlayacağı gibi değildi.
30 yıllık mimarlığıma sığındım. Tüm malzemeyi, zamanı, olayları, bir anaokulu inşa eder gibi yeniden ele aldım. Moloz taşı, tuğlayı, kiremiti, yani Kolo’yu, Şako’yu, tekeyi, her şeyi huyuna ve biçimine göre zamanda ve mekânda yeniden düzenledim. Yoğun betimlemeleri, gereksiz ayrıntıları silip süpürdüm. Yani anlayacağınız Kolo’nun dişlerini bir temiz fırçaladım. Çocuklarımın, “Ne demek baba?” diyecekleri bütün sözcük ve tümceleri attım. Bitirirken de Kolo’nun, Kolofoş’un, Şako’nun kim olduğunu anlatan son yaprağı yazdım, tamam oldu...
Kolo’yu yayımlamadan ve kitap haline getirmeden önce karıma, çocuklarıma ve yakın arkadaşlarıma okudum. Özellikle değerli arkadaşlarım Demirtaş Ceyhun ve Tahsin Saraç sevdiklerini, beğendiklerini söyleyerek beni çok yüreklendirdiler. Basıldı. Bir küçük masal oldu. Masalı hem çocuklar hem de büyükler ilgiyle okuduklarını söylüyorlardı. Hatta küçükler devreden çıkmış, Kolo’yu büyükler okuyor, Türk Dil Kurumu’nun büyüklerden kurulu Seçici Kurulu da çocuk masalı Kolo’yu ödüle yaraşır görüyordu...
Şimdi düşünüyorum: Masal kimler için yazılır? Sanırım güzel masal, çocuğa da, dedeye de seslenir; yediden yetmişe tüm kuşaklara... Çocukların büyük ve büyüklerin çocuk yanları masalda birleşir, bilgelikten uzak tatlı bir bileşim olur.
“Mesajınız nedir Kolo’yla? Toplumumuza ne vermek, ne söylemek istediniz?” türünden bir dolu soruyla karşılaşıyorum. Ben çocuklarıma verdiğim bir sözü yerine getirmiştim. Yazmaya başladığımda mesajım falan yoktu. Yani toplumcu bir yapıt yapma savı... Şako’ya, Kolo’ya ve çocuklara olan sözümü ve sevgimi somutlaştırmak istemiştim, o kadar. Fakat öyküyü bitirip ilk okuduğumda, Doğu’nun bin yıllık çilesine, öfkesine, kan davalarına, topraksızlığa, gurbete gidişe, tanrı ve ölüm kavramına, Doğu’nun sert ve amansız ve fakat ölesiye güzel doğasıyla yaşam savaşımı vermeye çalışan birçok satır ve bölümlere yer verdiğimi gördüm. Hele “Baraj” öyküsünde, Doğu’ya uygarlık götürüyoruz diye yola çıkan bir devletin, doğayı ve insanı, yani tüm yaşamı nasıl umursamadığını, bin yıllık yaşam ve yüz bin yıllık doğayı nasıl yok ettiğini anlatmıştım. Bunu gözlerimle görmüş ve yaşamıştım. Jandarmalı devlet gitmişti ama daha beteri, barajlı devlet gelmişti. İkincisi daha beterdi Şako Bacı ve Kolo için.
Jandarma takımı yavru Koloların ölümüydü ama, barajlı devlet, doğanın, tüm varlıkların, Kolo’nun ve Şako’nun ve köylülerin sonu idi.
Ben Şako’yu, Kolo’yu ve yaşadıkları yöreyi masala korken yürüyen hayat, sosyal, politik ve ekonomik yapısıyla masalda yerini almıştı. Vallahi bunun farkında bile değildim. Ama farkında olduğum, doğrusunu bildiğim bazı olayları da yazarlığın hınzırlık yanına getirerek değiştirmiştim. Örneğin Şako Bacı’nın ölümü, masaldaki gibi yatağında olmamıştı. Şako Bacı, köyünü bir baştan bir başa bıçak gibi ortadan yaran şehirlerarası bir yolda bir kamyonun altında can çekişerek ölmüştü. Vücudunun birçok parçası kamyona ve asfalta yapışmıştı. Köye uygarlık getiren yol, Şako’yu ve doğayı bir ustura gibi doğramış, koyun ve keçi sürülerinin keyfini kaçırmıştı. Yolun uzak yakın çevresi, her yer pis bir ölüm tozuyla örtülmüştü. İnanın bana, kan çanağı gelincikler bile tozdan seçilmiyordu. Devletin barajı bir türlü, yolu başka türlü katildi. Şako Bacı böyle ölmemeliydi. Ona yakışmıyordu. Şako Bacı’ya ölüm güzel gelmeliydi. Acısız ve çektirmeden. Şako’nun yazgısında “heyhat” bu yokmuş meğerse. Ama istediği o güzel ölümü, öyküde ona ben verdim. İnanmanızı isterim: Kolo’yu yazmaya başlarken bunları hiç düşünmemiştim.
Türk Dil Kurumu ödüllerini paylaşanları, Sayın Başkan, konuklara tanıtırken yanılmıyorsamDilimizin yeni ustaları” gibi bir deyim kullandı. Düşünüyorum şimdi, şu konuştuğum dile ne katkım olmuştur Kolo adlı masalda? bilemiyorum, fakat yazarken başıma gelen sıkıntıları söylemek istiyorum. Masalı yalın, duru sözcükler ve kısa tümcelerle örmeliydim. Doku karmakarışık olmamalıydı. Çocuklar bunu duyacaktı. Sonra, son derece yalın bir biçim de doğru olmazdı deyip, düz sahifelerde bazı sözcüklerin kabarmasını istedim. Sanki, üçüncü bir boyut vermek istedim kâğıda. Bu, kimi kez sütün sesi “fışş, fışş”, kimi kez kesilen yünlerin sesi “hart, hart” çoğu kez de Koloların sesi oldu. Rüzgâra kapılan, kavaklığa ve koyağa kayan... Masalda tekrarlanan bazı sözcük ve tümcelerin de müzik yapmasını yani kulağa hoş gelmesini istiyordum.
Ben mimar olarak yapacağım yapıdaki taşı, tuğlayı, ahşabı kullanma yeteneğimi, doğal alışkanlığımı, masalı ortaya çıkaracak dile, yani anlatım malzemesine de uygulamak istedim. Masal yalın ve gösterişsiz bir yapı, yani Şako Bacı’nın komu (evi) gibiydi. Kom toprak, taş ve birkaç ağaç kütüğüyle yapılmıştı. Masal da öyle olmalıydı, ama çocukların ve yörenin sözcükleriyle örülmeliydi. Duyarlılığım üç aşağı beş yukarı bunlardı dil konusunda.

Bundan böyle siz sevgili çocuklar için yeniden bu dalda yazar mıyım sorusuna gelince, “Bilmem ki, bilmem ki,” diyeceğim. Böyle bir kavak yeli usumda bir daha ne zaman eser, kim bilir?

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.