Kelimeler Şehri

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Alberto Manguel, Massey Konferansı sunumunun kitaplaştırıldığı Kelimeler Şehri’nde, dünya üzerinde bir arada yaşamamızın nasıl mümkün olacağını sorguluyor ve toplumlar arasındaki giderek artan tahammülsüzlüğe edebiyat cephesinden yaklaşarak, sorusunun cevabını toplum mühendisleri yerine yazarlar, şairler, sanatçılar ve “hikâyelerin” verebileceğini söylüyor. Hikâyeler insanlığın ortak değerleridir ve dil, din, ırk ayrımlarından etkilenmeden herkesi insani bir paydada birleştirirler. Manguel’e göre, insanlık hallerini daha iyi kavramanın yolu, Gılgamış’tan Don Quijote’ye, Babil Kulesi’nden HAL’in dijital ekranına, bütün insanlığa mal olan kült hikâyelerle efsaneleri araştırmakta yatıyor.
“Niçin kimliğin tanımlarını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta hikâye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikâyeler kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi hikâyeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç verebilir mi? Son olarak, hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?”

Geçen yüzyıldaki iki dünya savaşının ardından, ülkeleri birleştirme ve ayırma faaliyetleri iki karşıt eğilim doğurdu. Biri toplum kavramını genişletmek, milletlerin bir araya gelişi kisvesi altında, başkalaşmış bir emperyalist modele dönmek ve bir primo inter pares’i [eşitler arasında önde gelen] olmayan bu yamalı bohçaya Batı Dünyası, Arap Birliği, Afrika Birliği Örgütü ya da Pasifik Kıyısı Ülkeleri, Güney Konisi ya da Avrupa Birliği gibi adlardan birini vermekti. Diğeriyse eskil etnik ya da dini kökenlere dayanarak toplumu aile, olmazsa da kavim temeli üzerinden asgari bir ortak paydaya indirgemekti: Transdinyester, Bask Bölgesi, Quebec, Şii ya da Sünni topluluklar veya Kosova gibi. İster birleşik ister tekil olsun, her iki durumda da, tasarlayarak var ettiğimiz her toplum kendini tanımlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişkisine de ihtiyaç duyar. Her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür. Bireysel ve toplumsal kimlik kavramı, uyruk ve küreselleşme tanımları arasında, yerel bağlılıklar ve seçilmiş ya da mecburi göç arasında sıkışıp kalarak dağıldı, belirsizleşti. Bu sonsuz çözülüm süreci içinde, tek başımıza ya da topluluklar olarak hangi ismi takınıyoruz? Başkalarıyla etkileşimimiz bizi ve komşularımızı nasıl tanımlıyor? Toplum içinde yaşamanın sonuçları, tehlikeleri ve sorumlulukları nelerdir? Birbirimizle iletişim kurmamızı olanaklı kılması gereken konuştuğumuz dile neler oluyor? Aslına bakılırsa, neden bir aradayız?
Birkaç yıl önceki Massey Konferansları’nda ilerleme mefhumu üzerine parlak düşüncelerini dile getirmiş olan Ronald Wright, kendisine konuşmalarımın muhtemel başlığının “Neden bir aradayız?” olduğunu söylediğimde bana, “Başka seçeneğimiz var mı?” yanıtını vermişti. Elbette başka seçenek diye bir şey yok. Öyle ya da böyle, bizler birlikte yaşama görevine mahkûm olmuş ya da başka bir deyişle bu sorumlulukla kutsanmış toplumsal hayvanlarız. Sorduğum soru aracılığıyla, başka bir seçenek olduğunu ima etmeye çalışmıyordum. Tersine, birlikteliğin yararlarının ve felaketlerinin neler olabileceğini ve birliktelik tahayyülünü kelimelere ne şekilde dökebileceğimizi öğrenmek istiyordum.
Bir sorudan çok bir sorular zinciri, bir iddiadan çok bir dizi gözlem diyebileceğimiz bu konuşmaların konusu, aslen bir şaşkınlığın itirafıdır. Sayısız alandaki –antropoloji, etnoloji, sosyoloji, ekonomi, siyaset bilimi ve birçok diğerleri– cahilliğimin yıllar içinde giderek daha da arttığını keşfettim. Aynı zamanda, hayat boyu süren gelişigüzel okumalar yapma alışkanlığımdan geriye, sayfalarında düşüncelerimin başkalarının kelimeleriyle dile gelmiş hallerini bulduğum bir okuma defteri kalmıştı. Hikâye anlatırken biraz daha rahatım, bilimsel formülasyonlardan farklı olarak, hikâyeler kesin ve net yanıtlar beklemedikleri (aslında onlara karşı oldukları) için, çözümler ya da tavsiyeler sunmaya zorlandığımı hissetmeden bu alanda istediğim gibi dolaşabilirim. Belki de bundan dolayı, bu konuşmaların tatmin etmeyen bir yönü olabilir; çünkü nihayetinde, sorularım soru olarak kalmalılar. Niçin kimliğin tanımlarını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta hikâye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikâyeler kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi hikâyeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç verebilir mi? Son olarak, hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür?

ALBERTO MANGUEL, Mondion, 2007

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.