Kâzım Taşkent, Yapı Kredi ve Kültür Sanat.

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Bizim gibi büyük kuruluşların iki görevi vardır. Birincisi, kendi iştigal konuları ile ilgili görevleri, ikincisi ise, topluma karşı olan görevleridir.
Biz, kültür ve sanatı seçtik. O yüzden biz, kültür ve sanat bankasıyız.”
Kâzım Taşkent

Hasan Ersel, Kâzım Taşkent’in fikirlerinin izinde, Türkiye’de yeniliklerin öncüsü bir kurumun, Yapı Kredi’nin başarısını, toplumsal yaşamın her alanında yarattığı dinamiklerin ve kültür sanat faaliyetlerinin iktisat odaklı bir okumasını yapıyor.

Kâzım Taşkent, Yapı Kredi’nin kurulduğu günlerde yaptığı bir konuşmada, daha sonraki yıllarda da tekrarladığı şu görüşünü dile getirmiş: “Bizim gibi büyük kuruluşların iki görevi vardır. Birincisi, kendi iştigal konuları ile ilgili görevleri, ikincisi ise, topluma karşı olan görevleridir. Biz, kültür ve sanatı seçtik. [….]”

Bu kitapta bu görüşün ne anlama geldiği ve sonuçları iktisatçı gözüyle incelenip değerlendirilmektedir. Dolayısıyla, bu bir iktisat kitabıdır. Burada ne Yapı Kredi’nin tarihi ne de Taşkent’in yaşamöyküsü verilmeye çalışılmıştır.
Bu bağlamda akla gelebilecek ilk soru bu sözlerin neden üzerinde çalışma yapılacak kadar önemli görüldüğüdür. Bu soruya iki açıdan yaklaşılarak yanıt verilebilir. Bunlardan ilki bu görüşün şirket davranışı konusunda getirdiği yeniliktir. İktisat yazınında, hatta daha genelde, bir özel şirketin amacının kârını artırmak olduğu kabul edilir. Bu açıdan bakıldığında da böyle bir şirketin görevi, yasalar ve ahlak kuralları içinde kârını artırmak için gerekli kararları alıp uygulamaktır. Oysa Taşkent buna “ilkinden bağımsız” bir görev daha eklemektedir. Söylendiği tarihte belki bir insanın öznel isteği olarak görülebilecek bu yaklaşım, bir yandan iktisat kuramındaki gelişmeler öte yandan “şirketlerin toplumsal sorumluluğu” başlığı altında bu görüşe benzeyen uygulamaların yaygınlaşmasıyla bugün çok daha anlam kazanmıştır. İkinci açı ise bu sözlerin bir dilek olarak kalmayıp uygulamaya yansımış olmasıdır. Taşkent’in yönetimde olduğu 1944-1972 döneminde Yapı Kredi, bir kısmı ülkenin kültür ve sanat tarihinde önemli atılımları ifade eden pek çok etkinliği gerçekleştirmiştir. Bunun da ötesinde bu anlayış, Yapı Kredi’nin kurum kültürünün çok önemli bir parçası olmuş, kendisinin bu görevden ayrılmasından sonraki yıllarda da banka bu alandaki faaliyetlerini aynı kararlılıkla sürdürmüştür. Bunun sonucu olarak da Yapı Kredi denildiğinde akla gelen en önemli başlıklar arasında hep bu bankanın kültür ve sanat faaliyetleri yer almıştır.

Kitapta benimsenen yaklaşım bu iki görevin iktisat kuramında karşılığı olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bankacılık görevi açısından bu ilişki daha yalın ve berraktır. Bu nedenle izleyen bölümde Yapı Kredi’nin 1944-1972 döneminde gerçekleştirdiği önemli bankacılık atılımlarının, bunları açıklamaya yardımcı olacak finansal iktisat bilgileri de yeri geldikçe verilerek, ele alınması yolu seçilmiştir. Yapı Kredi’nin ikinci görevinin anlamını ortaya koymak ise bu kadar kolay değildir. Burada her şeyden önce bu görevin tanımlanmasının bir yenilik olması nedeniyle, bunun hangi sorunu çözebilmek için önerildiğini ortaya koymak gerekmektedir. Bu açıdan iki konunun, iktisatta son yıllardaki gelişmeler de göz önünde tutularak, ele alınması gerekmektedir. Bunlardan ilki, toplum içinde yer alan bir insanın karar alırken başkalarının tercihlerini ya da davranışlarını nasıl hesaba kattığıdır. İkinci soru ise iktisadi karar birimleri arasındaki eşgüdüm sorununu çözmeyi hedefleyen ve günlük yaşamımızda önemli bir yer tutan piyasa mekanizmasının bunu hangi koşullarda ve ne ölçüde çözmeyi başardığıdır. Bu iki sorunun ele alınmasının temel nedeni iktisadi karar birimlerinin, “pek de başkalarını hesaba katmaksızın” kendi çıkarlarını gözettikleri ve piyasa mekanizmasının eşgüdüm sorununu “genelde” çözdüğü biçimindeki basitleştirmelerin doğru olmadığına dikkati çekmektir.

Bu konulardaki yeni gelişmelere ağırlık veren iki bölümden sonra Yapı Kredi’nin topluma karşı görevi olarak seçilen “kültür ve sanat”, iktisadi açıdan ele alınmaktadır. Bu alandaki faaliyetlerin iktisadi sonuçlar doğurduğu çok uzun zamandır herkesçe bilinmekteydi. Ancak bu faaliyetlerin kendilerine özgü özelliklerini dikkate alarak değerlendirmelerine yönelik bir uzmanlık alanının ortaya çıkması görece yenidir. Son yarım yüzyıl içinde hızla gelişen ve “Kültür İktisadı” olarak adlandırılan bu alanda yapılan çalışmaların üzerinde durduğu bir konu da bu alanda piyasa mekanizmasına dayanılarak alınacak kararlarla ulaşılan sonuçların toplumun gereksinimlerini karşılamak açısından etkin olmayabileceğidir. Dolayısıyla kültür ve sanat alanında kaynakların etkin dağılımını sağlamak için başka yöntemlerin kullanılmasına gerek olduğu ortaya konulmuş, bu yönde öneriler geliştirilmiştir. Bu bağlamda ilk akla gelen devletin bu alanda görev üstlenmesidir. Taşkent’in önerisi ise, bu konuda özel şirketlerin de katkısı olabileceğine işaret etmektedir. Ancak, onun ulaştığı çözüm bunun olabilmesi için özel şirketlerin bu alanda faaliyet göstermeyi bir toplumsal görev olarak kabul etmeleri gerektiğidir. Bu üç bölüm bir bütün olarak ele alındığında, bu konudaki iktisat kuramındaki tartışmalar ışığında Taşkent’in önerisinin anlam kazandığı ortaya çıkmaktadır.

Bu tartışmaları izleyen bölümde Taşkent döneminde Yapı Kredi’nin üstlendiği başlıca kültür ve sanat etkinliklerine ilişkin bilgiler verilmekte, hangi alanlarda ne tür etkinliklerin nasıl yapıldığı anlatılmaktadır. Kuşkusuz burada akla gelen bir önemli soru bu etkinliklerin Türkiye’nin sanat ve kültür yaşamı açısından ne anlama geldiği, nasıl değerlendirilebileceğidir. Bu sorunun ancak uzmanlarca yanıtlanabileceği görüşünden hareketle kitaba “Katkılar” başlıklı bir bölüm eklenmiştir. Bu bölümde Yapı Kredi’nin etkinliklerinden seçilenleri bu açıdan ele alan dört yazı yer almaktadır:
1. Tuğba Çelik. “Türkiye’de Çocuk Olmanın Tarihi: Doğan Kardeş Dergisi”
2. Sadık Karamustafa. “Yapı Kredi Afiş Müsabakaları, Genç Tasarımcılar ve Ötesi”
3. Mehmet Nemutlu. “Yapı Kredi Bankası 1954 Bale Müziği Yarışması”
4. Necmi Sönmez. “1954 Yapı Kredi Resim Yarışması’nın Çağdaş Türk Sanatı Üzerine Etkileri”
Kitabın son bölümünde ise Yapı Kredi deneyiminden çıkan sonuçlar toplu biçimde ele alınıp tartışılmaktadır.

Yapı Kredi’nin Kuruluşu

Kâzım Taşkent bankacı değildi. Almanya’da kimya mühendisliği öğrenimi görmüş, Türkiye’ye döndükten sonra da kamu kesiminde sanayide çalışmıştı. Ancak, bu deneyiminin sonunda, kendisinin de açık yüreklilikle kabul ettiği gibi “bankacılıktan anlamamasına” rağmen, bir banka kurmaya kalkışmıştı. Nedenini şöyle açıklıyor:

... "Bankacılıktan anlamazdım, bu nedenle bankacılık alanında bir yenilik yaratmak gibi bir düşüncem yoktu. Ama görüyordum, memleketimde boş kalmış yığınla iş alanı vardı ve oralarda canlılık yaratabilmek, örnekler verebilmek için, para lâzımdı… Zengin olmadan, para gücünün olumlu işlerde kullanılabileceği tek yer banka idi. Bu nedenle banka kurdum, bankacı oldum." (Taşkent, 1997, s. 33; 7 Haziran 1968 tarihli not)

Bu açıklamada üzerinde durulması gereken bazı önemli noktalar var. Bunlardan birisi, Taşkent’in üzerinde çok durduğu, Türkiye’de yeterince sermaye birikimi olmaması sorunudur. Taşkent, pek çok alanda faaliyet gösterilememesini buna bağlıyor. Sermaye birikiminin sağlanabilmesi için toplumun tasarruf etmesi ve bu tasarrufu iktisadi gelişme için en uygun alanlarda sermaye birikimine yöneltmesi gerekiyor. Bu noktada ikinci bir
soru akla geliyor: Kimler tasarruf yapabilir? Buna verilebilecek en basit yanıt, “harcamaları gelirlerinden az olanlar”. Ancak tasarruf yapmak ile bunu yatırıma, hele ülke ekonomisi açısından önem taşıyabilecek büyüklükte bir yatırıma dönüştürebilmek özdeş değil. Bir soru daha sormak gerekiyor: Kimlerin kişisel tasarrufları, ciddi büyüklükte yatırım projelerine dönüşebilecek büyüklüktedir? Yanıt açık: Zenginlerin!

Bu noktadan hareketle bir başka soruna geçebiliriz. Bir toplumda sermaye birikiminin zenginlerin tekeline (başka bir deyişle keyfine) bırakmak iktisadi gelişmeyi sağlamak için gerekli ve yeterli midir? Bu sorunun yanıtı çifte “hayır”dır. Bir kere, sermaye birikimini sağlamak için gerekli tasarruflar başka yollarla da (örneğin küçük tasarrufları bir araya getirerek) sağlanabilir.

Öte yandan, zengin insanların tasarruf eğilimleri yüksek olabilir, ama bu onların iktisadi gelişme için en uygun alanlara yatırım yapacaklarını, yani bu alanlarda sermaye birikimini sağlayacaklarını, güvence altına almaz. Başka bir deyişle onları tercihlerine uygun yatırım alanları ile iktisadi gelişme için gerekli olan yatırımlar farklılaşabilir. Bunu söz konusu kişilerin kusuru olarak görmemek gerekir. Yatırım yapabilecek kadar tasarrufu olan zengin bir insanı düşünelim. Bu kişi, doğal olarak kendisinin başarılı olacağını düşündüğü bir alanda, kendisi için en yüksek kazancı sağlayacak projeye yatırım yapmayı tercih edecektir. Dolayısıyla onun yatırım kararını yönlendiren yatırımın özel getirisi (private return) olacaktır. Ancak, iki nedenle bu kararı toplumsal getirisi (social return) en yüksek olan projenin yapılmamasına yol açabilir. Bunlardan ilki yatırımcının kendi beceri ve deneyimden kaynaklanan sınırlamalardır. Bu tür kısıtlar girişimciyi, toplumsal, hatta bireysel, getirisi daha yüksek olsa bile bazı projelere yatırım yapmaktan alıkoyabilir. Örneğin biyoteknoloji konusunda hiç fikri olmayan, buna karşılık turizm alanında deneyim sahibi bir yatırımcı açısından ilk alana yatırım yapmak bir seçenek olmayabilir. Bu durumda, biyoteknoloji alanındaki bir projeye, toplumsal, hatta bireysel, getirisi daha yüksek olduğu halde yatırım yapılmamış olacaktır. İkinci olarak, bir girişimciden aldığı yatırım kararının ekonomi üzerindeki tüm etkilerini hesaba katması beklenemez. Bir yatırımın ekonominin diğer kesimlerinde üretim ve istihdam artışı yaratıp yaratmadığı, yatırımcının kararını etkileyen unsurlar değildir. Oysa, bir proje bireysel kârlılığının yanı sıra bu türlü sonuçların ortaya çıkmasına da katkıda bulunuyorsa, onun “toplumsal getirisi” daha yüksek ya da daha düşük olabilir.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.