Kayıp Şeyler Ülkesinde

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

“Kayıp Şeyler Ülkesi”ne gitmeyi keşfeden Can, bu keşfinden sonra yaşadığı şaşkınlıktan kurtulunca, orada kendi kayıp eşyalarını ve arkadaşının kayıp kedisini bulur. Artık bir kahraman olmuştur! Hafızasını kaybeden dedesinin hatıralarını aramaya kalkıştığındaysa hiç bilmediği bir duygusuyla tanışacaktır.

Macera Başlıyor

“Tör tör tör...” sesleri çıkararak evlerinin önünde duran yorgun okul servisinin arka kapısında tam üç basamak vardı. Can, en tepedeki basamaktan aşağıya fiyakalı bir hareketle atladı. Daha önceki sayısız denemelerinde naylon torba gibi savrulduğu, hatta tökezleyip neredeyse yere kapaklandığı çok olmuştu. Ama bir haftadır bu atlama meselesinin sırrına ermiş gibiydi. “Her şey dengede bitiyor,” dedi kendi kendine, “hem Tuğçe de görmüştür belki beni!” Zorlu bir görevi yerine getirmiş olmanın gururu ve bu gurura eşlik eden karın gurultularıyla eve yürüdü.

Servis içler acısı bir motor sesiyle uzaklaşırken Can anahtarlarını bulmak için oflayıp puflayarak çantasını açtı. Anahtarlarına sinir oluyordu. Bu ay tam iki kere kaybetmiş, güzelce azar işitmişti. Bir daha kaybetmemeye kararlıydı artık. Ama karanlık bir mağaraya benzeyen devasa okul çantasının içinde bu minnacık şeyi bulmak, servisin üç basamağından tek seferde atlamaktan çok daha zordu. “Bakalım nereye kaçtı yine?” diye söylenerek elini çantanın içine attı. Son ders zili çalınca apar topar tıkıştırdığı kitaplar, kenarları buruş buruş olmuş bezgin defterler, hayata küsmüş bir yazım kılavuzu, turuncu bir cetvel, üstündeki yazılardan rengi seçilmeyen bir kalem kutusu ve fermuarını tam kapamadığı için kalem kutusundan dışarı atlayıp öğleden kalma peynirli sandviçin arasına girmiş bir de kırmızı kalem vardı çantada. Ama anahtarlar yoktu. “Kesin yine kaybettim,” dedi kendi kendine, “annem deliye dönecek…” Çantasının fermuarını kapadı. Zili çalmaktan başka seçenek kalmamıştı, “Belki de bizimkiler evdedir,” diye düşündü, “şansımızı bir deneyelim bakalım.”

Zili çaldı. Çok geçmeden içeriden ayak sesleri duyuldu ve kapı açıldı. “Anne valla isteyerek olmadı, hem belki de kaybolmamıştır, evde unutmuşumdur,” diyerek tam kendini savunmaya geçmişti ki annesinin hiç oralı olmadığını fark etti. Bir elinde büyük ve yeşil bir dolmalık biber, “Hoş geldin yavrum,” dedi annesi gülümseyerek, sonra içeriye seslendi, “Can gelmiş Ece. Anlat sen, dinliyorum.” Ooo, demek ablası da evdeydi. Ayakkabılarını çıkarırken içeriyi dinledi. Annesi mutfağa geri dönerken ablası heyecanla bir şeyler anlatıyordu. “İyi iyi, kimse fark etmeden odama gidip şu aptal anahtarları bulayım,” diye düşündü. İşte tam da o sırada karnı yeniden guruldamaya başladı.

Çantasındaki yarısı kemirilmiş peynirli sandviç geldi aklına. Ama sonra vazgeçti. Ne de olsa artık o sandviç sadece peynirli değil, bir de kırmızı kalemliydi. Görünüşe bakılırsa mutfağa uğramak şarttı. Hemen kafasında bir plan yaptı. Annesinin iki gün önce misafirleri için hazırladığı üzümlü kurabiyelerden kalmış mıydı acaba? Eğer kaldıysa masadaki kırmızı kavanozun içinde olmalıydılar. Annesiyle ablası sohbete dalmışken hiç onlara fark ettirmeden kavanoza yanaşsa, iki-üç kurabiye kapsa, sonra da uslu uslu odasına dönse, hem nefis kurabiyelerden yese, hem de anahtarını arasa… “İşte plan diye ben buna derim!” dedi Can ve bu muhteşem planı uygulamak üzere sessizce mutfağa yöneldi.

“Bence çok tuhaf bir konu. Nedir yani, bir sabah uyanıp da böceğe dönüşmek?” Ablası buzdolabına yaslanmış heyecanlı heyecanlı anlatıyordu. Can masaya yanaştı. “Hem de kocaman, insan boyunda bir böcek! Kötü bir durum tabii, çünkü ailesi de adama tuhaf davranmaya başlıyor. Hatta neredeyse nefret ediyorlar ondan.” Annesi mutfak tezgâhında dolmalık biberlerin içindeki küçük beyaz çekirdekleri ayıklıyordu. “Evladım, Kafka bu romanı zaten bunun için yazmış, size de okulda bu nedenle okutuyorlar. Dünyada maalesef çok fazla sevgisizlik ve ayrımcılık var. Üstelik kötü muamele görmek için böcek olmaya gerek yok, insanlar zaten birbirine her türlü kötülüğü yapabiliyor.” Ablası ikna olmamış gibiydi, “İyi ama neden romanın kahramanı bir böceğe dönüşüyor o zaman?” Can, kavanozun kapağını umutla açtı, ama kavanoz bomboştu, içinde 1-2 kuru üzüm tanesinden başka bir şey yoktu.

“Şimdi ayvayı yedik!” dedi Can. Belki buzdolabında bir şeyler bulabilirdi, ama ablası yerini değiştirmeye pek niyetli görünmüyordu. Acaba şu çekmecedeki gofretlerden mi aşırsaydı bir tane? Usulca çekmeceye yanaştı ve ses çıkarmadan açmaya yeltendi. “Çünkü böcek olmak hayal edilebilecek en kötü durumlardan biri. Kafka da okurların kendilerini böceğe dönüşen adamın yerine koyabilmelerini istiyor Ece,” dedi annesi ve tam bu sırada Can’ı fark etti. “Oğlum ne o elindeki? Ben sana yemekten önce abur cubur yemek yok diye kaç defa söyleyeceğim?”

“Şimdi yemeyecektim ki!” diye sırıtarak durumu kurtarmaya çalıştı Can. “Yemekten sonra yerim diye alıyordum ben bunu.” “Tabii tabii,” diye içini çekti annesi, “biz de inandık! Dolmaların pişmesine daha epey var gerçi… Otur bakalım masaya, şurada biraz kurabiye olacaktı…” Can istemeye istemeye bir sandalye çekti. Annesi ekmek sepetinden aldığı iki küçük kurabiyeyi bir tabağa koydu. Ablasına dolaptan sütü çıkarmasını söyledi. “Tüh!” dedi Can içinden, ekmek sepetine bakmak hiç aklına gelmemişti. Üstelik şimdi bir de süt içmek zorunda kalacaktı. Zaten daha anahtarlarını bulamamıştı. Off… Yüzünü buruşturdu, sıkıntıyla sandalyesinde kıpırdandı. İki dakika sonra koca bir bardak süt ve iki kurabiye önünde duruyordu. Önce sütten kurtulup kurabiyeleri sona bırakmaya karar verdi. Zaten hep böyle yapardı. Gönülsüzce bardağı alıp sütünü içmeye başladı. Bu arada annesiyle ablası böcekli sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı.

“Böceğe dönüşmek tabii ki çok kötü bir deneyim olurdu, ama bazen bazı şeyleri anlatmak için bu tarz gerçeküstü şeyler kurgulamak gerekir. İnsanın kendisini bir başkasının yerine, hatta bazen de bir böceğin yerine koyabilmesi gerekir. Kafka’nın yapmaya çalıştığı şey de bu,” dedi annesi. Ablası pek oralı değildi, “Ama kitap çok sıkıcı! Anlatmak istediği her neyse sıkıntıdan öldürdü beni,” diye kestirip attı. Annesi biberleri doldururken alaycı bir gülümsemeyle, “Aman Kafka duymasın, çok alınır valla!” diye fısıldadı. Bir dakika, bir dakika... Bu Kafka da kimdi böyle? Galiba bir şeyler yazmıştı ve böceklerle ilgilenen bir adamdı. Veya kadındı. Veya bir komşuydu. Öyle ya, ablasının dediklerini duyarsa alınabileceğine göre tanıdık biri olmalıydı. Çaktırmadan kavanoza ulaşacağım derken sohbetin başını pek dinleyememişti doğrusu. “Kafka da kimmiş?” diye sordu, “Bizim mahalleden mi?” Annesiyle ablası kahkahayı bastılar. Canı sıkılmıştı. “Size de hiçbir şey sorulmuyor!” diye kaşlarını çatıp itiraz etti duruma. Boş süt bardağını masaya bıraktı, kurabiyeleri alıp odasına yollandı. İçeriden hâlâ annesinin kıkırdamaları geliyordu, “’Bizim mahalleden miymiş! İlahi Can, hiç güleceğim yoktu!”

Odaya girip kapıyı kapadı. Bilgisayarının düğmesine bastı. Bu Kafka bir şeyler yazmıştı, ama kim olduğu, nerede oturduğu belli değildi. “İnternetten bulurum belki,” diye düşündü. Masaya oturup ekranın karşısına geçti. “Aslında Kafka’nın gerçek kimliğini ortaya çıkarmadan önce biraz oyun oynayabilirim,” diye geçirdi içinden, “Kafka her kimse beklesin biraz.”

Tam oyunu başlatacaktı ki asıl bulması gereken şeyin Kafka değil anahtarları olduğunu hatırladı. Yine içi sıkıldı. Odası o kadar dağınıktı ki bir an anahtarları asla bulamayacağını düşünüp ağlayacak gibi oldu. Yutkunup kendini tuttu. Annesinin dediği gibi dünya sevgisizlik ve ayrımcılıkla doluydu. Hele de kendi evinde… Ama o, zorluklara göğüs geren, üç basamaktan tek seferde atlayan ve haftasonu Tuğçe’yi sinemaya davet edecek olan bir savaşçıydı. “Kafka da kimmiş ya?” diye söylendi kendi kendine. Bilgisayarın başından kalktı, odasını aramaya girişti.

Yatağın altından, geçen hafta kaybettiğini sanıp üzüldüğü küçük mavi oyuncak araba, toz içinde bir tişört ve yarım bırakıp konusunu çoktan unuttuğu bir hikâye kitabı çıktı. Ama anahtarlar yoktu. Kitaplığının raflarında yıllardır pinekleyen birkaç kitap, bir avuç bozuk para, içindeki hiçbir kalemin doğru düzgün yazmadığı bir kalemlik, bir tenis topu, geçen akşamdan kalan yarım bardak gazı kaçmış kola ve daha bir yığın ıvır zıvır vardı. Ama anahtarlar yine yoktu. Yere saçılmış giysilerin oluşturduğu küçük tepeye yanaştı. Giysileri tek tek alıp yatağın üstüne koydu, pantolonların ceplerini kontrol etti, spor çantasının içine baktı, anahtarlar orda da değildi.
O sırada aklına yıllardır duya duya ezberlediği o tanıdık tekerleme geldi. Anneannesi ne zaman bir şey kaybolsa hep aynı tekerlemeyi söyler, bunun sonucunda, bulunamayan her neyse, mutlaka ortaya çıkacağına inanırdı. Tekerleme epey komikti:
Ethem Dede, Ethem Dede
Gömleği keten dede
Kaybettiğim bulunsun
On göbek atem dede

Bu Ethem Dede, muhtemelen görünmez adamdı, ama keten gömlek giymeyi seviyordu,  gömleği de görünmez ketendi tabii… Kayıp şeyleri bulmakta üstüne yoktu. Bir nevi radardı Ethem Dede. Anneannesi bir şey kaybetti mi onu öyle arayıp da bulamazken görmeye gönlü razı olmuyor, bir koşu bulup getiriyordu. Anneannesiyle çocukluk arkadaşı olabilirlerdi. Can’ın da Melih diye böyle yakın bir arkadaşı vardı. Gerçi bildiği kadarıyla Melih’in keten gömleği yoktu, ama sınavlarda Can’a yardım eder, gerekirse yakalanmayı göze alıp kopya verirdi.

Fakat Ethem Dede’nin bugün buralara uğramaya niyeti yok gibiydi. “Anneannem yanımda olmayınca beni tanımadı tabii,” dedi Can, “Kaldık mı tek başımıza!” Okulda mı düşürmüştü acaba anahtarlarını? Bir an durup düşündü, sabahtan beri neler yaptığını hatırlamaya çalıştı. Uyanmıştı, giyinmişti, babasının zoruyla kahvaltı etmişti. Servis geldiğinde çantası henüz hazır olmadığından ablası şoför Nedim Amca’ya rica edip servisi bekletmişti. Can aceleyle çantasına eşyalarını doldurup servise koşmuştu. Bütün bunlar olup biterken anahtarlarını ortalıkta gördüğünü hiç hatırlamıyordu.

Durun bir dakika, belki de dün kaybetmişti, ama bugün fark ediyordu. Bu durumda önceki gün neler yaptığını da hatırlaması gerekecekti. Hafızasını zorladı. İyi ama dün okul yoktu ki, günlerden Pazardı. Bu hesaba göre anahtarlarını en son kullandığı gün Cuma olmalıydı ki, hiç hoş bir şey değildi bu. Çünkü Can’ın bütün Cuma günü boyunca neler yaptığını hatırlaması mümkün değildi. Hele de aradan koskoca üç gün geçmişken...

Umutsuzca yatağına attı kendini. Galiba yine kaybetmişti anahtarlarını, üstelik nerde kaybettiğini bile bilmiyordu. “Annemlere hiç söylemesem, ablamın anahtarlarını çilingire götürüp kendiminkileri yeniden yaptırsam!” diye düşündü. Bu iyi bir fikirdi işte. Zaten çilingir amca geç saate kadar dükkânındaydı, üstelik Can’ı artık tanıyordu. Ne de olsa son bir aydır bu oraya üçüncü gidişi olacaktı. Tek mesele ablasını anahtarlarını vermeye ikna etmekti. Bu konu biraz karnını ağrıtabilirdi işte. Çünkü Ece kimi zaman iyi davranır, kimi zaman da tam bir canavara dönüşebilirdi. Sağı solu pek belli olmadığından, ondan bir şey isterken dikkatli olmak gerekirdi. Bir plan yapmalıydı. Ama nasıl bir plan? Yatağa uzanmış bunları düşünürken hava çoktan kararmıştı, gözlerinin ağırlaştığını fark etti. “Ben dâhice planlar yaparken anahtarlarım nerede acaba?” diye içini çekti Can. Üç dakika sonra çoktan uyumuştu…

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.