Kapadokya Kaya Kiliselerinde Üç Gün

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Nobel ödüllü büyük Yunan şairi Yorgo Seferis’in 50’li yıllarda Ankara’da Yunan sefaretinde çalışırken yaptığı bir gezinin ürünü olan “Kapadokya Kaya Kiliselerinde Üç Gün”, şairin Fransızca yazdığı ve 1953 yılında ilk kez Atina’da Fransız Araştırma Kurumu yayınları arasında kitaplaştırdığı bir gezi günlüğü. Seferis, belki de kapsamının genişliği nedeniyle ünlü günlüğünden ayrı tuttuğu bu yapıtta, Kapadokya’dan ve Kapadokya’nın kaya kiliselerinden söz ederken, doğadan, şiirden, insanlık durumlarından, kutsallıklardan, yok olmalardan söz ediyor daha çok. Sanata, yaşama, resme, tarihe, uygarlığa bakışını ve ince şair duyarlığını okuyucunun gözleri önüne seriyor. Anadolu tarihi ve sanatına çok özgün bir ışık tutan ve Fransızca yazılmış olmasına karşılık Fransız yazın dünyasının tanımadığı bu başyapıt, Samih Rifat’ın çevirisi ve bu basım için özel olarak çekilmiş fotoğraflarıyla Türkçede.

Cumartesi.

Akşamki kahvenin kavak ağaçları altında kahvaltı ettik ve hemen Korama’ya doğru yola çıktık. Çantalarımızı, bekçi İsmail’e bıraktık. Çok sevimli, yaşlı bir adam bu İsmail. Zevk sahibi olduğunu gösterip kayadan oyulma –kim bilir? belki de Aziz Basileios zamanından kalma– kare biçimli iki odayı kendine göre düzenlemiş. Bu odalardan birini, en resmî olanını, tüm dünyadan büyük politikacıların portreleriyle (aralarında İoannis Metaxas’da var) ve Amerikan dergilerinden kesilmiş renkli resimlerle süslemiş. Bu ıssızlıkta, duvarlarını süslemeye hâlâ özen gösteren tek kişi o gibi geliyor bana. Sakladığı imza defterlerinin sayfalarını karıştırdık. Yılın iyi zamanlarında epeyce ziyaretçi geliyor belli ki; tahminlerin de ötesinde. İsmail, Prokopi’den Matiani’ye giden yoldaki devinimi, taraçasından rahatça izleyebilmek için seçmiş bu yeri. Bir kaplumbağanın bile gözünden kaçması olanaksız. Bizi karşıladığında buraların efendisi gibiydi.

Taraçasının kıyısında bir an oturduk. Önümüzde o çılgın manzara yayılıyordu, anlaşılmaz oyuncaklarla dolu bir yayla gibi. Doğa etkenleriyle ya da insan eliyle işlenmiş, her türden, her biçimden taşlar. Delinmiş, suyla kemirilmiş, kayaya kazılı kapı ve pencerelerle oyulmuş, boşaltılmış taşlar. Kimi zaman yıkık dış duvarlar, karmakarışık bir manastırın hücrelerinde, dolambaçlı mekânlarında gözlerimizi teklifsizce gezdirmemize izin veriyor. Şu son zamanların yıkımlarının bildik utanmazlığıyla karnı deşilmiş evler anımsıyorum. Toprağın yazgısının istediği yıkımlar; insan yazgısının istediği yıkımlar. Kış suları, kaya boşluklarını dolduruyor, donuyor, genişliyor ve taşı çatlatıp parçalıyor. İnsan sürüleri kimi zaman çekirgeler gibi yayılıyor, her şeyi yok ediyor. Böylece yanıbaşımda, yaşamın ve ölümün çarkı dönüyor.

Yazın ortasındayız ve hava, Galatia’nın3 kurak bölgelerinde hiç hissetmediğim kadar taze ve diri. Artan ışık, konilere ve ağır kaya perdelerine hafif gri, pembe, altın renkleri çalıyor. Gökyüzü hayranlık verici bir mavilikte. Az ötede küçük bir taş kubbenin kalıntıları, bir elin avucu gibi tatlılıkla, solmuş bir atlı Aya Yorgo freskosunu koruyor. Oraya buraya dağılmış, azıcık toprak bulduğu, o beyaz Kapadokya toprağını bulduğu yerde tutmuş armut ağaçları, balkabakları, kayısılar, asmalar.

Burada bitki örtüsü pek yoğun değil. Kılavuzumun fotoğraflarına ve betimlemelerine göre çok daha azalmış gibi geldi bana. İsmail, eskiden buralarda çok iyi bir su olduğunu ama yolunun değiştirilip Prokopi’ye akıtıldığını söyledi. Yine de kayısıların yoğun sarısı, garip bir canlılık veriyor bu mezarlık görünümüne.

Bir sigara yaktım ve şu tuhaf düşünce geldi aklıma: “Madem hâlâ bir kibriti üfleyebiliyorsun, dünya senin demektir.” Sonra da düşüncelerim, ben farkında olmadan yön değiştirdi; alçak sesle mırıldanıyorum:
“Basileios Digenis, şaşırtıcı Akritas,
Her zaman dipdiri gülü Kapadokyalıların
Yürekliliğin tacı, gözüpekliğin başı...
Hâlâ ne görme olanağımız varsa, onları görmeye gittik.

Herhalde çok şey kaçırmışımdır. Yalnızca Korama bölgesinde, Kılıçlar Vadisi’nden Matiani’ye, beş kilometre çapında bir alanda, kılavuzumun bütün anlattıklarını görmek için on gün yeter mi bilmem. Üstelik dik kayalara tırmanmak için malzemeniz olması gerekli. İşte toprağın yüzünde bir delik: giriyorsunuz, sütunlarıyla, baştanbaşa fresko kaplı tonozları ve kubbeleriyle koskoca bir kilisede buluyorsunuz kendinizi. Ve biliyorsunuz ki altınızdaki kaya, başka oyuklarla dolu; içinde tüm bir manastırı barındırıyor. Çıkıyorsunuz; gözlerinizi kaldırıyorsunuz ve karşınızdaki kayada, tüm ön yüzü yıkılmış bir narteks4 görüyorsunuz; Bakire Meryem’i, Başmelek’leri, tonozlu odacıkları, boyalı Malta haçlarıyla, tıpkı bir uçurtma gibi tepeden size bakıyor. Sivri taşların tepesindeki kartal yuvalarına benzer, kayaya oyulmuş, sayısız mağara da cabası.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.