Kale Kapısı / Kimsecik 2

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Kimsecik, “dağları bekleyen” korkunun yıkıcı gücünün, üç kitaplık dev efsanesidir. Korku insanın benliğini parçalarken, bu insanlık durumundan büyük bir trajedi doğar. Ama çocuklar korkuya yenik düşmez, üstüne yürürler.

Üçlünün ikinci kitabı Kale Kapısı’nın kahramanları, iyilik ile kötülüğün buluştuğu tek avuçtaki iki insandır. İşlediği cinayetten sonra dağa çıkan Salman’ın saldığı korku kalpleri karartır. Ancak korkunun hüküm sürdüğü yerde cesaret uyanırsa yaşam sürer, sürecektir.

“Bendini yıkan ve taşan bir nehir gibi coşkun bir anlatı... Yaşar Kemal, her yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nün en güçlü adaylarından. İsveç okuyucusuna büyük anlatılarından bir örnek daha verdi.”
Joel Ohlsson, Arbetet, (İsveç)

“Yaşar Kemal şiirsellikle yaşanmışın tadını birleştiren büyük bir ustadır.”
Hubert Juin, Le Monde, (Fransa)

Kendisinden önce uluslar arası yazar yetiştirmeyen ülke-sinde Yaşar Kemal, yurdunun ve Ortadoğu’nun tartışılmaz sesi olmuştur. O bize Homeros’la Eugene Sue arasındaki köprülerin daha yıkılmadığını gösteriyor.”
Alain Bosquet, Magazine Littéraire, (Fransa)

Salman koşarak Eminenin evine geldi, kadın onu kapıda karşıladı. Ortalıkta çıt yoktu. Kayalıkların oradan önce çığlığa, bağırtıya benzer bir ses yükselmiş, sonra da her şey birden bir sessizliğe gömülmüştü. Emine onun elindeki çıplak, kanlı hançere bakakaldı. Yüreğine tıp etti, demek o çığlığa, bağırtıya benzeyen ses İsmail Ağanın sesiydi. Sırtını evin çitine dayadı, sallanıyordu. Salman ona şöyle bir göz atıp içeriye girdi, alışkanlıkla fişekliklerini bağladı, dürbününü boynuna astı, filintasını dayalı olduğu yerden aldı, tabancalarını, öteki hançerini yerlerine taktı, kanlı hançer evin ortasına, tahtaların üstüne atılmıştı, orada durmadan kanıyordu. Birkaç kere kanayan hançerin yöresinde döndü, gözlerini şaşkınlıkla açmış, yerdeki kanayan hançerden alamıyordu. Bıçağın kanamayan bir yeri, iğne ucu kadar ışılayıp sönüyordu akşamın donuk, son ışıklarında. Eğildi, hızla kan içinde kalmış uzun, ince çelik parçasını yerden aldı.
Birden, köyün içinde bir gürültü patladı. Bağırtılar, çığırtılar, ağıt sesleri, kurşun sesleri, köpek ürüşmeleri biribirine karıştı.
Salman gözleri elindeki hançerde şaşkınlıkla açılmış, boynu uzamış öyle duruyordu. Gürültüye irkildi, kapıya döndü, Emine oradan ayrılmış kayalığa doğru koşuyordu. Bir an ikirciklendikten sonra onun ardına takıldı. Avlu kapısının yanındaki kaktüs öbeğinin arkasında kadın yittikten sonra Salman orada durdu. Her şey yoğun bir toz içinde kalmıştı. Evler, cami, kayalık, insanlar tozdan gözükmüyordu. Bir kaynaşma, gittikçe artan gürültü, yoğunlaşan tozlar... Yönünü dağa dönüp, oraya doğru koşmayı akıl etti. Kayalığı tutunca, yanından yöresinden cıv cıv kurşunların geçtiğini anladı, hayal meyal. Kendisini bir çukura attı. İçgüdüsel bir savunmaya geçti o anda da. İndiği çukur küçücük bir koyağın alt ucuydu. Sürünerek yukarıya tırmandı. Sağdan soldan üstüne kurşunlar yağıyordu. Cebinden mendilini çıkardı, yandaki büyücek kesme çalısının en uç dalına soğukkanlılıkla bağladı. Bu ipekli mendili ona Emine işlemişti. Kurşunlar mendile yağmaya başladı. Sağa, keskin kayalıklara kaydı. Buralarını taş taş, kovuk kovuk biliyordu. Az sonra kartal yuvalarını tutacak, ondan sonra da, ona arkadan kurşun sıkanları, eğer buraya kadar çıkarlarsa bir bir avlayacaktı. Bunlardan ikisi Hasan ile Hüseyindi. Kurşun sıkışlarından biliyordu. İkisi de yaman nişancıydı. Şimdiye çoktan, kesme çalısına bağladığı Eminenin işlediği mendili delik deşik etmişlerdi. Ama arkasından gelenler iki kişiden daha artıydı. Süllü de vardı içlerinde. Dağlardan yeni iki kişi, iki eski eşkıya daha gelmişti İsmail Ağa konağına koruyucu olarak. Birisi çok ünlüydü. Salman onları görmemişti. Bir çocuk kadar küçücük olanı, Salman onu görmüşçesine tanıyordu, Sefer eşkıyaydı, acımasız bir insan kasabı olaraktan tanınmıştı. Toroslarda, çakır gözlü, somurtuk sarkık kalın deve dudaklı birisiydi. Gözleri o kadar keskindi ki onun, karanlık gecede kara taşın üstündeki kara karıncayı görür ve de bir nişan alışta onu vururdu.

Salman soluk soluğa kalmış, azıcık da çözülmüştü. Güneş batmıştı ya, daha ışıklar bir iyice sönmemiş, koyu karanlık çökmemişti. Karartılar seçilebiliyordu. Ayağının altından kayan taş hızla köye aşağı yuvarlanırken, önündeki kayaya kurşunlar üst üste yapıştı. Onu izleyenler yakınına kadar gelmişlerdi. Uzun, dik, büyük kayanın arkasına hemen o an kendisini atmasaydı, kurşunu yiyecekti. Kayan yalımın sıcaklığı, akan sesi daha kulaklarında uğulduyordu. Kartalların oldukları yere, sivri yüce kayaya baktı, ucu buradan gözükmüyordu. Doruğun yanını yöresini uçan kartallar almıştı. Salman, amma da çok kartal varmış, diye düşündü. Onların uçtukları yer aydınlıktı. Kuşlar karanlığın üstünde kalmışlar, bir hoş bir ışığın içine telaşlı, gergin kanatlarıyla girip çıkıyorlardı. Burnuna, çalının dibinden ezilmiş kuru kekik kokusu geldi, gündüz güneşte göğünmüş toprak, kaya kokusuyla karışarak. Aşağıdan kurşun sesleriyle birlikte gelen ayak seslerini de duyuyordu. Gelenlerin ayaklarının altından kayan taşların çıkardıkları gürültü alacakaranlığı dolduruyor, aşağıdan çoğalarak gelen, yoğunlaşan uğultuya karışıyordu. Gece daha cikilemeye başlamamıştı. Köyde bir iki ışık ancak gözüküyor, tozların ardında küçücük ipileşiyordu. Hançer daha Salmanın elindeydi ve durmadan kanıyor, yumuşak ete girip çıkarken çatırdıyordu. Koskocaman açılmıştı İsmail Ağanın gözleri, şaşkın, umutsuz, teslim olmuş, böyle bir şeyin olacağını bilmiş, bekleyen... Bir acıma gelip geçmişti gözlerinin üstünden, belki de ardından, Salmana öyle şaşkın bakarken, bir gölge gibi. Kimi zaman Salman onun bu bakışını yakalamış, yerin dibine geçmişti. İkinci bıçakta gözlerinin karmakarışıklığında Salman gene o acımayı, her zamankinden daha açık seçik görmüştü. Sonra çok kızmıştı İsmail Ağa... Sonra da korkmuş, sonra da, o anda sönüvermişti. O kocaman açılmış gözlerde bir damla da yaş görmüştü Salman, büyük, buz kesilip donmuş, donuk donuk ışılayan.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.