İztanbul - II. Bin Altın

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"İztanbul - Madalyonun Laneti"yle  başlayan macera, dizinin ikinci kitabı "Bin Altın"la devam ediyor. Madalyonun sırrını çözmeye karar veren üç arkadaş, gizemli bir dergide buldukları ipuçlarını takip ederek gerçeğe ulaşmaya çalışıyor. Eyüp’ün dar sokakları, Cellat Mezarlığı’nın isimsiz taşları, camilerin, külliyelerin, çarşıların sır dolu soğuk duvarları hep aynı şeyi fısıldıyor onlara: “Beni bul!”

Kahramanlarımız bu çağrıya kulak verip düşüyor yollara. Üzerlerinde Martı Köpük’ün gölgesiyle, bu kez kendileri keşfediyor İstanbul’u...

Ayla Hacıoğulları, üç kitaba yayılan büyük bir macera sunuyor okurlarına: Sultan Süleyman’ın izinde, Evliyâ Çelebi’nin rehberliğinde İstanbul’a dair bir “Doğu” hikâyesi anlatıyor. Küçük kahramanları Emre, Acar ve Mine ile bir martının kanadına tutunup Ayasofya’dan Topkapı Sarayı’na, Sultanahmet’ten Adalar’a, Kapalıçarşı’dan Beyazıt’a uzanıyor; “rüya madalyonu”nun 150 yıllık gizeminin peşinde sıradışı bir “İstanbul gezi rehberi” koyuyor ortaya: “Yedi gün yedi gece, İstanbul bir bilmece!”

Rüzgâr...

Uzun bir yolculuktan dönüyordu. Denizin üzerinde soluklanıp uzaktan, ne zamandır uğramadığı şehre baktı.

Işıkları yeni yeni yanmaya başlayan evlerin birinde, onun getirdiği haberleri bekleyen birileri olmalıydı. Yeniden güç toplayarak dalgaların saçlarını okşadı. Onların arasında bir beşik gibi sallanarak dolaşan vapurların dumanını gökyüzüne savurdu. Sonra da karaya doğru yol aldı. İskelede bekleşip paltolarının uçuşan eteklerini toplayan insanların arasından süzülüp sokaklarla buluştu.

Sahile açılan Molla Bayırı Sokağı’nın alt ucundan başlayıp yokuşun başındaki caddeye dek uzayıp giden basamakları bir solukta çıktı. Yeni süpürülmüş kapı önlerini, hemen hemen her pencereden gülümseyerek bakan bahar müjdecisi çiçekleri, serinliğe aldırmadan merdivenler üzerinde bambaşka bir dünya yaratmış neşeli çocukların seslerini arkasında bıraktı. Cadde boyunca kol kola girmiş, en yenisi otuz kırk senelik evlerin önünde dolandı durdu bir süre. Boğaz’la bakışan pencerelerden sarkıtılmış taze ekmek bekleyen sepetler, park edilmiş arabaların altında yerlerini almış kediler ve gittikçe artan ayak sesleri... Hepsi çok geçmeden karanlığın bastıracağını işaret ediyordu. Son bir hamleyle sokağın çıkmaz ucuna doğru hızlıca yol alıp dükkân tentelerini, dökülmüş yaprakları ve öteye beriye atılmış çer çöpü havalandırdı.

Çeşme Çıkmazı’nın sonundaki demir parmaklıkların önüne geldiğinde birden sakinleşti. Taşıdığı her şeyi oracığa bıraktı. Aradığını bulmuş birinin sevinciyle parmaklıkların arkasındaki iki katlı ahşap evin bahçesine süzüldü. Çam ağaçlarıyla selamlaşıp küçük süs havuzunun suyuyla oynaştıktan sonra evin ön tarafına dolandı. Oradan, Boğaziçi’ni seyretti bir zaman. Kararmaya dönmüş gökyüzünde uçuşan martıları, Kız Kulesi’ni, ışıklı minareleri, karşı kıyıya ulaşmaya çalışan vapurların umudunu izledi. Ardından yavaşça çimlerin üzerine serilip solgun bir ışıkla göz göze geldi. Evin bodrum katındaki aralık kalmış pencereden içeriye girip kucakladığı nemli toprak kokusunu bıraktı. Odada şöyle bir gezinip masanın üzerinde açık duran kitabın birkaç sayfasını çeviriverdi son nefesiyle...

Rüzgâr şimdilik susmuş ve Cihangir’de akşam olmuştu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.