İstanbul'da Gündelik Hayat

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İstanbul'da Gündelik Hayat toplumsal kimliğimizin kökenlerine doğru çıkılan bir yolculuğun çarpıcı görüntülerinden ibarettir. İnsan, Kültür ve Mekan ilişkileri düzleminde bir imparatorluk şehrinin tarihini kuşatan çalışma, sosyal disiplinler arasındaki dengeyi başarıyla kuran yeni tarih yazımının da dikkate değer bir örneğidir. Siyasetten kültüre, mimariden edebiyata uzanan çok boyutlu bir zemin üzerinde gerçekleştirilmiş kurgusu ve kendine has üslubuyla aynı zamanda, günümüz tarihçisinin de İstanbul'a sunduğu bir armağandır.

ÖNSÖZ

İstanbul’un gündelik hayat sarkacı, tarih boyunca Osmanlı dünyasının iki karşıt kutbu arasında salındı: Mitos ve ütopya. Kimi zaman durma noktasına gelip yaşanmış altın çağların sonunu haber veren, kimi zaman da temposunu hızlandırarak insan hayatına yeni ufuklar açan bu toplumsal salınım, şehrin kimliğini Doğu’nun mitosu ile Batı’nın ütopyası arasındaki kültürel deprem kuşağı üzerinde belirledi. Bu kimlik, pek çok farklı kültürün kader ortaklığı yaptığı imparatorluk coğrafyasının zenginliğiyle beslenmiş ve İstanbul’un künyesini dünya uygarlık kütüğüne nakşetmiştir.
Mitos, İstanbul için tarihsel bir derinlik ve kökleri geçmişe uzanan insan tecrübesidir. Bütün yeryüzü imparatorluklarında olduğu gibi İstanbul’da da bu yaratıcı tecrübe, dinler ve ırkların kaynaştığı kozmopolit bir kültür dokusu içinde şekillendi. Mitos, şehir hayatını düzenleyen koruyucu bir yasa, manevî içeriğini kamu vicdanında bulan bir değerler terazisi, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasındaki etik ve estetik ölçütleri belirleyen bir mihenk taşı olduğu sürece bu tecrübeyi, gündelik hayatın temel dinamiği yapmayı başarabilmiştir.
Şehrin mitosu, Roma’nın küllerinden doğdu. Askerî üstünlük ve toplumsal güven duygusuna dayanan bu arkaik dünya tasarımı, Constantinus’un siyasî ütopyasıyla birleşince, şehrin yıldızı bütün bir Ortaçağ boyunca parladı. Zamanın labirentini bin yılda adımlayabilen Bizans İstanbul’u, kendi kendine yetebilmenin tarihsel sınırına göz kamaştırıcı saray törenleri, sonu gelmez teoloji tartışmaları ve sefalet ile ihtişamın kışkırttığı ayaklanmalarla ulaşmıştı. Aydınlığın alacakaranlığa dönüştüğü bu kaçınılmaz yol ayrımında şehrin Osmanlılar’a bıraktığı miras, yıkılan mitosun gündelik hayat üzerine çökmüş tarihsel enkazından başka birşey değildi. İstanbul’un gündelik hayatını canlandıran şehrin yeni sakinleri, kaldırdıkları enkazın altında parlayan imparatorluk mitosuna sahip çıktılar. Fatih Sultan Mehmed, yalnızca adı Konstantinopolis olan bu şehri değil, aynı zamanda İstanbul mitosunu fetheden kişi olarak da tarihe geçti.
Osmanlı İstanbul’u, bugün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal kimlik hazinemizin, göz kamaştırıcı mücevherlerinden birisidir. Üzerine ölü toprağı serdiğimiz bu hazineyi, tarih boyunca yağmalayan haramiler kadar, onun değerini insan hayatıyla tartan isimsiz kahramanlar da bu şehrin ikliminde yaşadılar. İskenderiye’den Tahtakale’ye kahve getiren Mısır tüccarı; çıktığı Hac yolculuğunda önce Eyüb Sultan’ı ziyaret eden Özbek dervişi; Cevahir Bedesteni’ni elmas, akik ve zümrüt ışıltısına dönüştüren Ermeni kuyumcu; paranın sihirli gücünü keşfeden Yahudi sarraf; gençliğini kahvehane peykeleri ve arnavut kaldırımlarında yaşayan tulumbacı; Süleymaniye hücrelerinden kadılık makamına uzanan ilim merdivenlerini adımlayan medreseli; başını ibret taşında bırakan Yeniçeri çorbacısı ve şeriat kılıcının gölgesinde demlenen Bektaşî, İstanbul mitosunu besleyip büyüten kültür iklimini ortaklaşa oluşturdular. Sonuçta insanlık, birarada yaşamayı bu iklimde öğrendi.
İstanbul’un mitos çağı ilk büyük sarsıntıyı 18. yüzyılda geçirdi. Geleceğin ufkundaki ütopyayı haber veren farklı duygu ve düşünceler, kendi hayat tarzlarını bu yüzyılda İstanbul kimliğine kattılar. Artık gündelik hayatın kültür dokusunda, karşıt zihniyet dünyalarını temsil eden çift kişilikli bir toplumsal hayalet kol geziyordu. Bu hayalet, mitosun güvenlik dünyasına sığınanlar için gerçekten ürkütücüydü. Nitekim siyasi otoritenin koruyucu kanatları altında güçlenen ütopya, bu kolektif korkuyu doğrulayacak şekilde mitosun hayat sahasına müdahale ediyor ve sonuçta geçmiş zamanın değerler terazisi, gündelik hayatın şaşmaz doğrularını sürekli yanlış tartıyordu. Yanlış hesap 1730’da İstanbul’a ağır bir fatura ödetti. Kamu vicdanında yara alan adalet duygusunu sarmak isteyenler, ütopyanın Sa’dabâd’daki görkemli sembollerini yıkarken hiç kuşkusuz mitosun yitik cennetine kavuşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama cennetin kapıları bir daha açılmamak üzere kapanmış ve gündelik hayatın şehir ölçeğindeki ayrışma süreci başlamıştı. Bundan böyle mitos kendi tarihini, İstanbul’un karanlıkta kalan yüzünde sessiz ve derinden derine hissedilen psiko–sosyal sarsıntılar halinde yaşayacaktı.
19. yüzyıl, İstanbul’un ütopya çağıdır. Şehrin dizginlerini ele alan bu sihirli güç, toplumsal hayallere yeryüzü cennetini müjdeleyen bir uygarlık dini olarak sahneye çıktı. İnançlı havarileri, gözü dönmüş meczupları ve hevesli müritleri vardı. Olimpos’un zirvesinde, tanrıya yakın bir yerde olduğuna ilişkin hurafeler ise, bu cemaat içinde hep canlı kaldı.
Ütopya, İstanbul’un gündelik hayatını yeniden yapılandırmak amacıyla şehrin sosyo–kültürel dokusu içinde şekillendirilmeye çalışılan bir gelecek tasarımıdır. Geçmiş zamanın cenderesinden kurtulma ve mitosun günahlarından arınma teması, bu tasarımın özünü oluşturmuştur. 19. yüzyıl boyunca toplumsal bir komplekse dönüşen bu arınma duygusu, geçmişin günahlarını gündelik hayatın hafızasından silerek ütopyaya yeni bir yaşam alanı hazırlar. Bu amaçla gelenekler sandıklara kaldırılarak unutulmaya terkedilir. Mitosun yıkılan putları şehir çarşılarına yığıldığında, artık İstanbul dünyanın en büyük bitpazarıdır. Bu pazarda müşteri bulamayan geleneksel zihniyet dünyası, bütün bir toplumsal yaşam üslubunu tarihin derinliklerine gömerken, geride bıraktığı mitosun içi boşaltılmış sembolleri, bugün artık birer turistik eşya olarak bu nostalji panayırında varlıklarını sürdürebilmektedirler.
İstanbul’un gündelik hayat sahnesine yerleşen ütopya, kendisi kültür üretmediği halde bir başka zaman ve coğrafyada üretilmiş konfeksiyon tipi yaşam anlayışlarını toplumsal tüketime sunan bir pazarlama mekanizması olarak çalıştı. Bunun sonucunda hayatın modernleşmesi üzerine açılan her türlü tartışma, söz konusu mekanizmanın temel işleyiş biçimiyle çelişmeyecek bir reklam kampanyası şeklinde gelişti. Sonuçta gündelik hayatın verimli toprakları üzerinde, devlet ricalinin Avrupa rüyalarına uygun modernleşme projeleri hazırlayan aydınlar, taklit edilebilir bir dünyanın dekorlarını inşa ettiler. Zayıf payandalarla desteklenen bu fantastik dünyanın insanı, kendisini bir başka kimliğe göre tanımlama zorunluluğunu hisseden ve dekorlaştırılan hayatın içinde sürekli olarak kültürel göçebeliği yaşayan tedirgin bir varlığa dönüştü. Kuşkusuz ütopyanın İstanbul’a ödettiği en ağır fatura, mitosun kültürel norm esnekliğini kırarak şehrin başlıca özelliği olan, farklı hayat tarzlarını üsluplaştırma becerisini ortadan kaldırmasıdır. Nitekim toplumsal repliklerin standartlaşması, hayatın bireysel planda taklide dayalı olarak karikatürleşmesi ve her yeni kültür girdisinin bu imparatorluk potasında erimeden kendi egemenliğini şehir ölçeğinde ilan etmesi, İstanbul’un parçalanmış dokusundan günümüze uzanan en çarpıcı görüntülerdir. Diğer yandan ütopya, gündelik hayatın teknik açıdan projelendirilmesi fikrini İstanbul’a kazandırmıştır. Hayatın içinden geçen buharlı gemiler ve tramvaylar, zamanın temposunu hızlandırmışlar, havagazı ve elektrik insanın sırtındaki geleneksel külfeti, modern nimetlere dönüştürmüştür. Buna karşın İstanbul’un ödediği bedel, gündelik hayatın teknik açıdan pratikleşmesi ile kültürel açıdan yabancılaşması arasında kaybolup giden kimliği olmuştur.
Gündelik hayat, en genel hatlarıyla sıradan insanın tarihidir. Bu isimsiz kahramanın hayatını şekillendiren her türlü oluşum, toplumsal tarih araştırmalarının ilgi alanına girer. Amaç, insan merkezli değişimin boyutlarını, toplumun net bir görüntüsünü elde edinceye kadar detaylandırarak çözümlemektir. Geçmişle siyasî hesaplaşma temeli üzerinde gelişen klasik tarihçiliğimizin rağbet göstermediği bu anlayış, genellikle popüler yazı türlerine konu olmuştur. Nitekim 1920’li yıllardan itibaren özellikle edebiyatçılar arasında yaygınlaşan bu popüler yazı türü, günümüz “İstanbul nostaljisi”nin de gündelik hayata bakış perspektifini belirlemiştir. Aralarında Ahmed Rasim, Musahipzâde Celâl, O. Cemal Kaygılı, E. Ekrem Talu, S. Muhtar Alus gibi gazeteci ve edebiyatçıların, A. Refik Altınay, R.Ekrem Koçu, R. Ahmed Sevengil ve Haluk Y. Şehsuvaroğlu gibi araştırmacıların bulunduğu bir grup yazar tarafından kaleme alınan bu popüler İstanbul yazıları, bir bakıma resmi tarihçiliğe gizli bir tepki şeklinde gelişmiş, Cumhuriyet modernleşmesinin geleneksel Osmanlı kültürüne yönelttiği sert eleştirilere karşı oldukça abartılı ve duygusal bir üslupla geçmiş zamanın restorasyonunu gündeme getirmiştir. Günümüzde basmakalıp üretilen ve kötü birer taklit olmaktan ileriye gidemeyen “nostalji edebiyatı”nın kaynağı, bu yazarlar tarafından şekillendirilen İstanbul imajıdır.
Bu kitabı oluşturan yazılar, İstanbul’un gündelik hayatını toplumsal tarih açısından incelemeyi amaçlayan kapsamlı bir tarih araştırmasının yan ürünleri olarak 1985-1993 yılları arasında kaleme alınmışlardır. Birinci bölümde, İstanbul’un klasik ve modern dönemlerinin gündelik hayat açısından sosyal topografyasının belirlenmesi ve şehir fizyonomisini şekillendiren dinamiklerin sergilenmesi ana temayı oluşturmaktadır. Bu amaçla gündelik hayatın mahalle ölceğinden şehir ölçeğine uzanan bir dizi kurucu öğesi, birbirleriyle olan sosyo–kültürel ilişkileri açısından ele alınmış, tarihsel bütünleşmeyi sağlayan geleneksel kurumlar ile çözülmeyi gerçekleştiren modern kurumların belirledikleri yaşam alanları üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde ise Tanzimat sonrası İstanbul ön plana çıkartılarak gündelik hayatın insan, kültür ve mekân ilişkileri düzleminde toplumsal görüntüsünün çizilmesine çalışılmıştır. İnsanı gündelik hayatla bütünleştiren toplumsal mekanizmaların işleyiş biçimleri, modernleşme idolojisinin sunduğu standart yaşam kalıplarına uyum ya da uyumsuzluk gibi bir dizi sorun, bu bölümün tartışma zeminini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Bu çalışma, İstanbul’un yalnızca Beyoğlu ve eğlence kültüründen ibaret bir panayır yeri olmadığını göstermek ve nostalji edebiyatıyla fetişleştirilen bu fantistik dünyanın, aslında kaybedilen toplumsal kimliğin soru işaretleriyle dolu tarihine, nesnel bir açıklama getirmek amacını hedeflemektedir. Ortaya konan sorunların bilimsel araştırmalarla çözümlenmesi, kuşkusuz bu çalışmanın da en büyük ödülü olacaktır.

1995

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.