İstanbul Sokakları - 101 yazardan 100 sokak

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

101 yazar 100 sokakta İstanbul’u anlatıyor, okurunun elinden tutup kendi sokağında gezdiriyor. İstanbul sokak sokak, kıyı bucak sırlarını açıyor. Unutulmaz bir “İstanbul hatırası” yaşatan bir kitap: İstanbul Sokakları. İstanbul’un son yarım yüzyılının kişisel tarihlerle buluştuğu bir kitap İstanbul Sokakları: 100 sokak, 101 insan, 101 anı, 101 hikâyeli bir kitap... Minyatür bir kent: her sokağında bir yazarın dolanıp düş kurduğu 100 sokaklı bir kentte, bir anı-kentte gezinme keyfi yaşatan bir kitap. Kitabın ilginç özellikleri: 101 yazardan 25’i kadın; en yaşlısı 1925 en genci 1983 doğumlu. 101 sokaktan 35’i Anadolu yakasında. Memet Fuat’ın kendi sokağını “yapmış” olması, farklı semtlerde, farklı yakalarda da olsa kimi sokakların garip benzerlikleri, isim değişiklikleri dikkati çekiyor. Cağaloğlu’ndaki “Çatalçeşme Sokağı”nda iki yazarın buluşmasıysa kitabın çatallandığı nokta: “101 Yazardan 100 Sokak” o yüzden. Yitirdiğimiz yazarlarla sokaklar da bu kitapta 101 yazardan 5’ini yitirdik: Memet Fuat (2002), Muzaffer Buyrukçu (2006), Cenk Koyuncu (2006), Samih Rifat (2007), Erhan Bener (2007). Bir de bugün yerinde yeller esen sokaklar var, belediyelerin türlü nedenlerle yok ettikleri; onların acı sonu diğerlerini de ürkütüyor kuşkusuz. 101 yazar elinizden tutup kendi sokağına, kim bilir kaç yapıtını kurup düşlediği yere götürecek sizi. İstanbul yine parıltılar saçacak... İyi kötü sırlarını, sokak sokak, kıyı bucak ama 101 kalemden okumuş olacaksınız, her sokağı bir ömür İstanbul’un.

SUNU

Elinizdeki kitap tam sekiz yılda ortaya çıktı: 2000 yılında çatısı kuruldu, liste yapıldı, yazarlar mektupla projeye davet edildi; 2003’te yazılardan ancak yarısı elimizdeydi. Yazarların ihmali ama daha çok yayınevi bünyesindeki değişiklikler, takipsizlikler nedeniyle kitap ana karnında kaldı – ölmedi ama uyuyakaldı.

Aslında böyle çok-yazarlı projelerin serüveni bir yayınevi için hem yorucu hem keyifli olabiliyor. Fikir sağlamsa her engel aşılıyor. Sorun, işlerin ne hızda yürütüldüğünde. Bilenler bilir, yazarlar bazen peşlerine düşülmesini beklerler; editör bunu fark edip gönüllü davranmazsa inşaat durur, malzeme kaybolur.

101 yazıya, 2000’den 2007’ye sürekli değişen, eksilen ve artan ama toplamda 150 ismi geçen listelerle ulaşılabildi. Sekiz yılın sonunda ortaya çıkan kitaba bakıldığında, hatırı sayılır bir imza çeşitliliğinin, sokak zenginliğinin sağlandığı, geç de güç de olsa, hiç yabana atılmayacak bir niteliğin tutturulduğu görülür.

Meraklısına: 101 yazardan 25’i kadın; en yaşlısı 1925, en genci 1983 doğumlu; edebiyatçı olarak bilinmeyen 10, şair olarak tanınan 30 kişi. 100 sokaktan 35’i Anadolu yakasında. Ayrıca Memet Fuat’ın kendi sokağını “yapmış” olması, farklı semtlerde, farklı yakalarda da olsa kimi sokakların garip benzerlikleri, isim değişiklikleri dikkati çekiyor. Cağaloğlu’ndaki “Çatalçeşme Sokağı”nda iki yazarın buluşmasıysa kitabın çatallandığı nokta: “101 Yazardan 100 Sokak” o yüzden.

Bu arada 101 yazardan 5’ini yitirdik: Memet Fuat (2002), Muzaffer Buyrukçu (2006), Cenk Koyuncu (2006), Samih Rifat (2007), Erhan Bener (2007). Onların sokakları başka türlü, daha garip duygularla okunuyor sanki; anısı sona ermiş, yaşantısız kalmışçasına... Bir de bugün yerinde yeller esen sokaklar var, belediyelerin türlü nedenlerle yok ettikleri – onların acı sonu diğerlerini de ürkütüyor kuşkusuz.

İstanbul’un en azından son yarım yüzyıllık tarihinin kişisel tarihlerle buluştuğu bir kitap oldu İstanbul Sokakları: 100 sokak, 101 insan, 101 anı, 101 hikâyeli bir kitap... Minyatür bir kent; her sokağında bir yazarın dolanıp düş kurduğu 100 sokaklı bir kentte, bir anı-kentte gezinme keyfi yaşatan bir kitap... Birbirine ulanan, kıvrılıp dönen, dümdüz ya da dimdik, denize ya da tepeye giden, daracık ya da gepgeniş, git git bitmez bir uzunlukta ya da çıkmaz, kedili köpekli, güneşli gölgeli, yağmurlu karlı, mevsimden mevsime renkten renge giren 100 sokak, 100 insan oluğu.
Anılar doluşunca “geçmiş zaman sokakları kitabı”na büründü bu kitap da.
101 yazar elinizden tutup kendi sokağına, kim bilir kaç yapıtını kurup düşlediği yere götürecek sizi. İstanbul yine parıltılar saçacak... İyi kötü sırlarını, sokak sokak, kıyı bucak, 101 kalemden okumuş olacaksınız, her sokağı bir ömür İstanbul’un.

YKY

ADALET AĞAOĞLU
Bülbül Kaçıran Sokak

Dilimin ucuna böyle geldi. Oysa, künyesini çıkarmayı üstlendiğim sokağın adı, Bülbül Sokağı. Bu çıkmaz sokağa “küçük Türkiye” veya “Türkiye’nin maketi” deyip durduğum da olmuştur, ama bir yer kendi tarihine oturtulmadan bugünkü hali de bilinemez.
Sokağa girişe göre solunda kalan Büyükdere, eskiden Kalos Argos denilen dağların eteğine kurulmuş Bakla Dere-Büyük Dere koyunda büyükçe Boğaz köylerinden biri. 18-19. yüzyıllarda çoğunlukla Hıristiyan elçiliklerinin yazlık yeri olmasıyla tanınmıştır. Bendeniz de 1940’lardaki ilk dansımı Beyaz Park’ın çakılları üstünde abimle etmişimdir. Eskiden Meser, yani seyredilen (bakılan değil, gezinti yapılan güzel, sevinç saçan) yer denirken, sonradan yine gezinilen yol anlamında Piyasa Caddesi levhasıyla tanışmıştır. Otobüs durağı levhaları da asılmış bu kıyı yolunun kazıklı yola dönüşmesinden beri, Taksim-Beşiktaş minibüs seferleri boyvermiş, böylece artık büsbütün kara tarafına itilmiş yalıların deniz hamamları, yakın zamanlara kadar varlığını korumuştur; ama artık buralarda denize girmeye cesaret edecek kimse yoktur. Çayırbaşı’nın mikroplarla hep yakın ilişkideki çocuklarını saymazsak. Onlar, asfalttan hız kapıp, kendilerini denizanası bol sulara vurmaktadırlar. Bu böyle ta Keçecizade Fuad Paşa Yalısı (şimdi otel) ve Azaryan Yalısı’na (bugün Sadberk Hanım Müzesi) kadar sürmektedir. İki yalı da 19. yüzyıl sonundan kalmadır, asıllarına sadık kalınarak onarılmıştır.

Bülbül Sokağı’nın girişine göre sağ yanında, eskiden Keletrines adını taşıyan Sarıyer ‘köyü’ bulunur. Bugün buraya Karadeniz kasabası denmelidir. Zaten ilçedir, köy olduğu zamanlarda Seletrines Deresi’nin döküldüğü koyun kıyılarına kurulmuştu. Burdan sonra Boğaz, Rumelikavağı’nda Karadeniz’e elense çekecektir. Ah, değerli Salâh Birsel, kaleminiz buralarda adım adım dolaşmaktadır. Bülbül Sokağı’ndan derlediğim yetmiş çeşit sesi kayda almaya da gönül indirmiştir.

Sarıyer vapur iskelesinin yanıbaşında, deniz de doldurulmak suretiyle Anadoluhisarı’na karşı Muhafız Subay Eğitim Merkezi adı altında bir gazino, sipere yatmıştır. Piyasa Caddesi kaldırımı tam burada yerini, özel ve resmi arabaların özel çöp tenekelerine bırakmış bulunmakta... Gerçi gazinonun yanındaki arsa ‘çay bahçesi’ namıyla halkımıza tahsis edilmiştir ama, yazları, özellikle Müslüman Arapların bol keseden yiyip içtikleri dönemde, bahçenin kanepelerini bizimkiler mi kapacak, yoksa akdonlu erkeklerle kara çarşaflı kadınların evlatları mı, diye tam bir savaş mahalli durumuna düşmüştür. Sarıyer’de, bilenler bilir, Karadeniz ahalisi bol bulunur, mimarisi de buna göre ‘gelişmiştir’. Sulara yeme-içmeye gidilirken börekçilerine, muhallebicilerine uğramamak vatana ihanet sayılır. Kapı bekçisi tüpgazcıyla iyi geçinmek zorundadır.

Hadi artık, Kocataş menba suyuna selam vererek dönelim girelim çıkmaz sokağımız Bülbül’e. Tabii Ermeni, Rum-Ortodoks, Musevi kiliselerini atlamadan. Eskiden Kara Kethüda Camisi denen Büyükdere Camisi’ni saymazsak çan sesleri ezan sesini bastırmıştır. Bülbül Korusu’na dar ve dik bir yokuş halinde sokulmuş olan çıkmaz sokak, aslında bir ‘sınır sokak’tır. Posta adresi yokuşun sol yanına Büyükdere, sağ yanına Sarıyer diye verilmelidir; aksi halde sonraları site kültürüne yanaşmaya çalışanların nazar boncuğu Karadeniz mimar ‘inşaatı’, pek kırılgan apartıman çocukları mektuplarınızı dergilerinizi yırtıp yırtıp ‘karşı memleketin’ suratına çalabilirler. Sağolsun postacı Ömer bu savaşı barışçı bir siyasetle yatıştırmayı başarmıştır. Bırakalım çan seslerini, bülbüllerin ötüşlerini de bastıran hoparlörlü ezan sesi, 1980’lerden beri egemenliğini, bed müezzin sesleriyle sürdürmektedir. Bülbüller, ötseler mi, sussalar mı, bilemeyip gündoğumlarında uzun süre streste kaldılar. Çatlak sesli mahalle kadınları, bağırtı-çağırtılarını bülbül ötüşü sandıkları için, bu sefer de buna şaşanlara: “N’olmuş ya? Artık bülbül de mi ötmeyecek!” diye azarladıkları sıralarda tümden göçüp gitmişlerdir. Biri hariç. O hâlâ inatla ezan ve kadınlarla yarışarak ötmekte. Kalos tepelerine tünemiş halkımız, gecekondularından çoban sopalarına dayana dayana aşağılara inip ıhlamur ağaçlarının çiçeklerini kolay yoldan toplayarak satmak amacıyla dallarını baltayla yerle yeksan eylemişlerdir. Ihlamur çiçeği kaça-beşe derken, Bülbül Sokağı giriş kapısı yanında çalgılı, rakılı yerler onlara hizmet vermeye durmuştur: Burası Küçük Türkiye’dir. Geçmişte bu koru ve sokağı, sefayı sevenlerin eğlence, mehtap seyir yeri imiş. Bülbül ötüşlerine ut, kanun eşlik edermiş. Yazları bir açıkhava sineması da varken, hem de son on yıl içinde üç-beşten kalkıp otuz-kırk arabaya park yerliği eder; çıkışı bulunmadığı için bunların ve evlerine durmadan kuş konduranların malzeme, inşaat, taşıma suyla dönen havuz tankerlerinin manevra seslerine kavuşmuş bulunmaktadır. İnatçı bülbül dahi sesini kimselere işittiremez olmuş, belki de sürgüne gitmiştir. Burası ise “Bülbül Kaçıran Sokak” diye nüfus tazelemiştir.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.