İstanbul

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Ünlü İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in 1870’lerde büyük bir heyecanla geldiği ve aynı duygularla kitabını yazdığı İstanbul, bu şehir üzerine yazılmış en güzel ve etkileyici kitaplardan biridir.  Amicis’in müthiş gözlem gücüyle ruhunu okumaya çalıştığı İstanbul, yayımlandığı günden beri pek çok yazar ve ressam için de esin kaynağı olmuş. Tuhaflığı, güzelliğinden fazla bu şehrin insanlarına ve alışkanlıklarına, iskelelerinden kuşlarına, camilerinden sokak aralarına, çeşmelerinden meydanlarına, İstanbul’un her yerine tutkulu bir merakla, hayranlıkla bakmış Amicis. Aşkla ışığına bağlandığı İstanbul’un geleceğiyle ilgili olarak kaygı duymadan da edememiş...
İtalyanca aslından ilk kez ve eksiksiz yapılan bu çeviriye, Cesare Biseo’nun gravürlerinin de tamamı eklenmiştir.

Edmondo de Amicis’in İstanbul’u

Ünlü İtalyan yazarın kitabı İstanbul ilk kez İtalyanca aslından yapılan çevirisiyle, eksiksiz ve bütün gravürleriyle YKY’den yayımlandı.

Ünlü İtalyan yazar Edmondo de Amicis 1874’te, henüz 28 yaşındayken büyük bir heyecanla gençlik rüyasının şehri İstanbul’a gelir. Yazar, heyecanını kaybetmeden yazdığı İstanbul kitabında, gemiyle şehre girişi anlatırken, “İstanbul’a vardığımızda yaşadığım heyecan, bana, Messina Boğazı’ndan başlayıp Boğaziçi’nde sona eren on günlük deniz seyahati boyunca gördüğüm her şeyi neredeyse unutturdu. Bir göl kadar durgun ve mavi İyon Denizi, güneşin ilk ışınlarıyla pembeye boyanan uzak Mora dağları, günbatımında altın gibi parlayan Yunan takımadaları, Atina harabeleri, Selanik Körfezi, Limni, Bozcaada, Çanakkale Boğazı ve seyahat sırasında beni eğlendiren pek çok kişi ve olay, Haliç’i görünce sararıp soldular; şimdi onları anlatmaya kalkışacak olsam, hafızamdan çok hayal gücümü çalıştırmam gerekir” diyerek duygularını ifade eder.
Yayımlandığı günden beri pek çok yazar ve ressam için de esin kaynağı olan İstanbul, bu şehir üzerine yazılmış en güzel ve etkileyici kitaplardan biridir. “Gemi kaptanı size de: ‘Yarın sabah İstanbul’u göreceğiz!’ dese, ona soğukkanlılıkla, ‘Memnun oldum!’ diye cevap verirdiniz. Ancak, bu isteği on yıl boyunca içinde beslemiş, birçok soğuk kış akşamını kederli kederli Doğu haritasını inceleyerek geçirmiş, yüz cilt kitap okuyarak hayal gücünü kışkırtmış, Avrupa’nın yarısını, sırf diğer yarısını göremediği için teselli bulmak arzusuyla gezmiş, bir yıl boyunca bu yegâne amaç uğruna bir masanın başına çakılıp kalmış, sayısız küçük fedakârlıkta bulunmuş, hesap üstüne hesap yapmış, boş hayaller kurup durmuş, ev ahalisiyle cenk etmiş; nihayet denizde uykusuz dokuz gece geçirdikten sonra gözlerinin önüne serilecek o uçsuz bucaksız ve ışıltılı görüntünün beklentisiyle, ardında bıraktığı yakınları aklına düştüğünde vicdan azabı duysa da alabildiğine mutluluk duyan biri olsaydınız, ‘Yarın İstanbul’un ilk minarelerini göreceğiz!’ sözlerinin ne anlama geldiğini anlardınız ve bu sözlere soğukkanlılıkla, ‘Memnun oldum!’ diyeceğinize, geminin korkuluğuna okkalı bir yumruk indirirdiniz.”
Tuhaflığı, güzelliğinden fazla bu şehrin insanlarına ve alışkanlıklarına, iskelelerinden kuşlarına, camilerinden sokak aralarına, çeşmelerinden meydanlarına, İstanbul’un her yerine tutkulu bir merakla, hayranlıkla bakmış Amicis; müthiş bir gözlem gücüyle, herkesin huzurunda hayretle dolduğu bu evrensel ve yüce güzelliğin ruhunu okumaya çalışmış.
Amicis, evlerin cumbalarının birbirine değdiği daracık sokak aralarından geçerken, mezarlıklarda dem çeken kumruları dinlerken, şehrin eski zindanlarında ve işkencehanelerinde gezerken, kiliselerin, sarayların, imalathanelerin, çarşıların, bahçelerin, camilerin masalsı dokusunu, kadim geçmişini anlamaya çalışır. “...her adımda karşınıza çıkan yüzlerce yeni şeyle bu genel gözlemlerden ister istemez uzaklaşılıyor: Bir sokağın içinde bir tekke, başka bir sokakta Mağribî üslupta bir kışla, Türk kahvehanesi, çarşı, çeşme, su kemeri. On beş dakika içinde bir iner, bir çıkar, bir bayırdan iner, taş basamaklardan tırmanır, çamura batar, kâh kalabalığı yarıp kâh çalılıkları aşarak ya da asılmış çamaşırların arasından geçerek, kâh burnunuzu tıkayıp kâh mis gibi havayı soluyarak bin engeli aşmanız gerekir. Boğaz’ın, Asya’nın engin manzarasının görüldüğü açık bir mevkiinin aydınlığından, birkaç adım ötede, mezbeleye dönmüş evlerin dizildiği ve bir dere yatağı gibi taşlarla kaplı çıkmaz sokakların hüzünlü karanlığına; serin ve gölgeli bir yeşillikten, güneş ışınlarının vurduğu boğucu bir toz bulutuna; renk ve ses cümbüşü içindeki kalabalıklardan, tek bir insan sesinin bile işitilmediği mezar kuytusu gibi yerlere; rüyalarımızı süsleyen ilahî Doğu’dan, en kötü hayallerimizi bile aşan kasvetli, yakışıksız, tiridi çıkmış başka bir Doğu’ya düşülür. Birkaç saatlik bir gezinti yapın aklınız şaşar. Bizi hazırlıksız yakalayıp İstanbul’un ne olduğunu sorana,  kafamızdaki keşmekeşi dindirmek için şöyle bir elimizi şakağımıza dayamadan cevap veremeyiz. İstanbul Babil’dir, bir âlemdir, kâinatın yaratılmadan önceki karışıklığıdır. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Berbattır. Hoşunuza gider mi? Sarhoş eder. Orada yaşar mıydınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir?”
Amicis, aşkla ışığına bağlandığı İstanbul’un geleceğiyle ilgili olarak kaygı duymadan da edemez... “Valide Sultan Köprüsü’nden İstanbul’u seyrederken aklıma sık sık bu fikir takılıyordu. /.../ Gelecekteki İstanbul’u, tehditkâr ve hazin ihtişamıyla yeryüzünün en güler yüzlü şehrinin kalıntıları üstünde yükselecek o Doğu’nun Londrası’nı görür gibiyim. Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengârenk küçük evlerin yerinde yeller esecek; ortasından sayısız, upuzun fabrika bacasının ve çan kulelerinin yükseldiği binaların, imalathanelerin ve işyerlerinin sert uzun hatlarıyla ufuk her taraftan kesilecek; düz ve birörnek uzun sokaklar İstanbul’u ızgara şeklinde birbirine paralel binlerce kocaman yola ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin çatıları üstünde devasa bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek; Valide Sultan Köprüsü’nde artık sadece silindir şapkalar ve kasketlerden oluşan kara bir sel geçecek; esrarlı Sarayburnu bir hayvanat bahçesine, Yedikule hapishaneye, Hebdomon [Bakırköy] bir doğal tarih müzesine dönüşecek; her şey dayanıklı, geometrik, faydalı, duman rengi, can sıkıcı olacak ve artık ne yana yakıla edilen duaların ne şarkıların yükseldiği, ne de sevdalı gözlerin dikildiği canım Trakya göğünü devasa bir kara bulut daimi olarak kaplayacak.”

YKY’nin yayımladığı İstanbul, ilk kez İtalyanca aslından çevrildi. Filiz Özdem’in çevirdiği İstanbul, hem tam metin olarak hem de Cesare Biseo’nun bütün gravürlerinin yer aldığı bu baskısıyla okurla buluşuyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.