Hayalet Yazar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Amerikan edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından Philip Roth’un 1979 tarihli romanı "Hayalet Yazar", ilk kez Türkçede.

"Hayalet Yazar"da, Roth’un ünlü roman kahramanı Nathan Zuckerman’la tanışıyoruz. Roth’un daha sonraki birçok romanında da karşımıza çıkacak olan Zuckerman, bir anlamda yazarın “alter ego”su: Tıpkı yaratıcısı gibi New Jerseyli bir Yahudi ailenin yazar oğlu olan Zuckerman, hayatının farklı dönemlerini anlatan romanlarda Roth’la birlikte büyüdü, olgunlaştı ve yaşlandı. "Hayalet Yazar"da onu yirmi iki yaşında, heyecanlı, hırslı, ama aynı zamanda da kafası bir sürü soru işaretiyle dolu parlak bir yazar adayı olarak tanıyoruz: Zuckerman, idolü –ve edebi anlamda babası– olarak gördüğü ünlü öykücü E. I. Lonoff’un New England kırsalındaki evine davet edilmiştir. Dışarıda, ev sakinlerini dış dünyadan yalıtıp birbirlerine yaklaştıran bir kar fırtınası, evin içinde ise yaklaşmakta olan bir başka fırtına vardır: Lonoff, karısı Hope ve Lonoff’un genç, gizemli asistanı Amy Belette arasında kopmak üzere olan bir fırtına. Bu üçlüye, meraklı Zuckerman’ın hayal gücü ve arzuları da eklenince, Lonoffların sakin evi, Zuckerman’ın kaldığı iki gün boyunca hiç kimsenin öngöremeyeceği olaylara tanık olur. "Hayalet Yazar"da Philip Roth, sanat-hayat, gerçeklik-kurmaca ilişkisi, baba-oğul, cemaat-birey çatışması gibi hayati konuları bütün yakıcılığıyla ele alıyor, bu meselelerle aile, aşk, mutluluk, cinsellik gibi konular arasında hayranlık uyandırıcı bir rahatlıkla gidip geliyor. Bu kadar zengin ve karmaşık bir dünyayı bu kadar kısa bir romana sığdırmak sadece usta bir yazarın hakkından gelebileceği bir şey olabilirdi.      

1

Üstat

Yirmi yılı aşkın süre önceydi –yirmi üç yaşındaydım, ilk hikâyelerimi yazıp yayımlıyor ve benden evvelki birçok Bildungsroman kahramanı gibi, daha şimdiden kendi heybetli Bildungsroman’ımı kaleme almayı tasarlıyordum–, bir Aralık öğleden sonrasında, günün hava kararmadan önceki son saatinde o yüce insanla tanışmak için, yaşadığı dağ evine vardım. Yalı baskı cephe kaplamalı çiftlik evi, Berkshires’ın yaklaşık dört yüz metre yukarılarında bir toprak yolun sonunda olmakla birlikte, üzerinde gabardin takımı ve beyaz gömleğe sade gümüş klipsle tutturulmuş mavi dokuma kravatıyla beni resmi bir şekilde karşılamak için çalışma odasından çıkan şahsın yöneticilere has güzelce fırçalanmış siyah ayakkabıları, sanatın yüksek mabedinden ziyade bir lostra standından indiğini düşündürmüştü bana. Buyurgan ve despot bir tavırla kaldırdığı çenesini veya oturmadan evvel kıyafetlerini düzeltmek için krallara yakışır bir titizlik, zarafet ve özen gösterdiğini fark edecek kadar –aslında, edebiyatla uzaktan yakından alakası olmayan geçmişimden çıkıp mucizevi bir şekilde buraya, ona gelmem dışında herhangi bir şeyi fark edecek kadar– kendimi toplamadan önce, E. I. Lonoff’un, Melville ve Hawthorne’dan sonra o bölgeden çıkan en özgün yazardan çok, okulları denetleyen yerel bir müfettişe benzediği izlenimine kapılmıştım.
Gerçi Lonoff hakkında New York’ta dolaşan dedikodular, karşıma bundan daha gösterişli birinin çıkacağı yönünde bir beklentiye sokmamıştı beni. Yakın bir tarihte, Manhattan’da –yaşlı bir editörün kolunda, gelecek vaat eden genç bir yazar olarak büyük bir heyecanla katıldığım– ilk yayıncılar davetimde jürinin huzurunda onun adını andığımda, orada hazır bulunan nüktedanlar, evvela bir göçmen çocuğu olan ve o nesle mensup bir Yahudi’nin, New England’ın köklü ailelerinden birinin kızıyla evlenerek onca sene “taşrada”, yani Amerika’nın başlayıp çok uzun süre önce bittiği, goylara* mahsus kuşlar ve ağaçlarla dolu o ıssızlıkta yaşaması komik bir şeymiş gibi, neredeyse anında yok saymışlardı Lonoff’u. Öte yandan, davette adını andığım diğer bütün şöhretli kimseler de konuya vâkıf kişilere biraz gülünç geldiğinden, onların meşhur taşra münzevisine dair hicivli tasvirlerine şüpheyle yaklaşmıştım. Aslına bakılırsa o davette gördüklerimden sonra, Yahudi olsun ya da olmasın bir yazar için dört yüz metre yüksekte, dağlarda, yalnızca kuşlar ve ağaçlar eşliğinde gözlerden ırak bir hayat sürmenin neden kötü bir fikir olmayacağını anlamaya başlamıştım.
Beni buyur ettiği oturma odası derli toplu, sıcak ve sadeydi: büyük, yuvarlak bir nakışlı kilim, üstüne kılıf geçirilmiş birkaç rahat koltuk, köhne bir kanepe, uzun bir duvar boyunca sıralanmış kitaplar, bir piyano, bir gramofon, sistematik bir şekilde üzerine dergiler istiflenmiş meşe ağacından bir kütüphane masası. Beyaz ahşap kaplamanın üstündeki soluk sarı duvarlar, eski çiftlik evinin muhtelif mevsimlerdeki hallerini betimleyen yarım düzine amatör suluboya tablo haricinde boştu. Pencere önündeki yastıklı divan ve ziyadesiyle düzgün bir biçimde arkaya toplanıp bağlanmış mat keten perdelerin ötesinde, koyu renkli koca akçaağaçların çıplak dallarını ve el değmemiş, ayak basılmamış bembeyaz karla kaplı arazileri görebiliyordum. Saflık. Sükûnet. Sadelik. İnziva. İnsanın tüm yoğunluğu, ihtişamı ve özgünlüğü zahmetli, yüce ve aşkın bir meslek için koruma altına alınmış. Etrafıma bakmış ve ben böyle yaşayacağım işte, diye düşünmüştüm.
Lonoff, oturayım diye şöminenin yanındaki bir çift rahat koltuktan birini işaret ettikten sonra, ocak siperini kaldırarak, bacanın açık olduğundan emin olmak için başını içeri sokup dikkatle baktı. Görünüşe bakılırsa buluşmamızın gerçekleşeceği beklentisiyle oraya konulmuş olan çırayı tahta bir kibritle yaktı. Akabinde, ocak siperini, şömine tabanındaki bir oyuğun içine yerleştiriliyormuşçasına büyük bir itinayla tekrar yerine oturttu. Kütüklerin tutuştuğuna kanaat getirmesiyle –iki yüz yıllık evi ya da içinde yaşayanları tehlikeye atmadan ateşi başarıyla yakmış olmaktan memnun– sonunda gelip yanıma oturmaya hazırdı. Hareketlerindeki çabukluk ve zarafet yüzünden âdeta kadınsı görünen elleriyle, her iki pantolon paçasını ütü çizgisinden hafifçe yukarı çekip yerine oturdu. Böyle iri yarı ve cüsseli bir adama göre, hareketlerinde belirgin bir atiklik vardı.
“Size nasıl hitap etmemi istersiniz?” diye sordu Emanuel Isidore Lonoff. “Nathan mı, Nate mi, ya da Nat mi? Yoksa büsbütün farklı bir tercihiniz mi var?” Arkadaş ve tanıdıklarının kendisine Manny dediklerini ve benim de aynısını yapmamı söyledi. “Sohbeti kolaylaştırır.”
Bana pek öyle gelmiyordu ama bu durum beni ne kadar sersemletirse sersemletsin, buna uyacağımı belirtmek için gülümsedim. Sonrasında usta, hakkımda daha çok şey öğrenmek için hayatımdan bahsetmemi istedi. 1956 yılındaki yaşamıma ilişkin anlatılacak pek bir şey olmadığını söylememe gerek yok elbette, hele de bana bu denli bilgili ve derin görünen bir insana. Evlatlarının üzerine titreyen bir anne baba tarafından orta halli bir Newark mahallesinde yetiştirilmiştim; beni idolleştirdiği söylenen bir erkek kardeşim vardı; birkaç kuşak geriye giden atalarımın benden bekledikleri üzere iyi bir yerel lise ve mükemmel bir üniversitede eğitim görmüştüm; ardından, evimden sadece bir saat uzaklıkta bulunan bir garnizona atanıp, bedenimin gönderilmek üzere silah altına alındığı katliam Kore’de kanlı bir şekilde sonlandırırken Fort Dix üssündeki bir binbaşı için halkı bilgilendirme broşürleri yazarak askerlik hizmetimi yerine getirmiştim. Terhisimden bu yana, Aşağı Broadway’de asansörsüz bir apartmanın beşinci katında, benimle beraber yaşamaya gelen kız arkadaşımın, ortalığa biraz çekidüzen verdiği zaman iffetsiz bir keşişin evi olarak nitelendirdiği bir dairede kalıyor ve yazıyordum.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.