Haremden Kaçanlar - İstanbul'da Bir Devlet Meselesi ve Feminizm (1906)

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

HAREMDEN KAÇANLAR
İstanbul’da Bir Devlet Meselesi ve Feminizm (1906)

Görev gereği İstanbul’da  bulunan ve  o sıralarda ününün doruğundaki Pierre Loti, 1904 Nisan ile 1905 Mart tarihleri arasında çarşaflı üç esrarengiz kadınla birkaç kez gizli gizli buluşur. Bu “üç kara hayalet” ona  Doğulu kadınların yaşadıkları zor koşulları anlatmak ister. Bu gizemli kadınlardan ikisi, Sultan’ın nazırlarından birinin kızları olan Zennur ile Nuriye, 1906 yılının ocak ayında trene atladıkları gibi İstanbul’dan gizlice ayrılır. Amaçları Avrupa’ya gidip mahkûm edildikleri harem hayatından kendilerini kurtarmaktır. Ne ki başlarda sıradan bir aile dramı olan bu firar, kısa sürede bir devlet meselesi haline gelir. Zennur ile Nuriye’nin kaçış hikâyesi, İslam’da kadının konumuyla ilgili başlıklarla Avrupa basınının manşetlerinde yer alır…

Gece indi. Karadeniz’den gelen esinti Boğaz’ı daha da soğutuyor. Galata’daki Ceneviz kulesinin bir gözcü gibi hâkim olduğu ve seyrek sayıda havagazı lambasının iyi aydınlatamadığı İstanbul tepelerine yağmur yağıyor. 8 Ocak 1906 Pazar günü havanın çok yumuşak geçeceği haber verilmişti ama Tünel meydanında sıcaklık 9 derecenin üstüne çıkmadı; güneş saat daha beş olmadan kayboldu. Üç kupa arabası, evlerine dönmek için acele eden kadınların karanlık gölgeleriyle, onlar kadar telaşlı görünmeyen fesler arasından, şemsiyeler ve tıka basa dolu el arabaları arasından kayarcasına ilerliyor. Taksim meydanından sonra şık restoranların ve erkeklere mahsus meyhanelerin ışıklarının hemen yanından geçtiler, yamaçlardaki yüzlerce yıllık selvilerin altında başları çiçekli ya da sarıklı mezar taşlarının dikili olduğu mezarlıklarları görmezden geldiler; Kasımpaşa’nın çamurlu sokaklarıyla köpeklerin eşelendiği çöp yığınlarını dört nala geride bıraktılar. Kaygan taşlar üzerinde sarsıla sarsıla ilerleyen arabalar daha aşağıdaki eski köprüye doğru gidiyor. Gerçekten de az sonra sesler değişiyor; şimdi, kötü linyit kömürünün kapkara dumanlarını bacalarından havaya salan vapurların hiç eksilmeyen gelgitine açık bu oynak balkonun tahtaları üzerinde ilerliyorlar. Galata köprüsü efsanevi Altın Boynuz’un ağzında. Bu geç saatte bile, iki yakayı –güneydeki eski İstanbul ile karşısındaki kozmopolit Pera’yı– sadece birbirinden ayırmakla kalmayıp birleştirerek, derme çatma dükkânların ve seyyar satıcıların arasında rengârenk pitoresk bir kaynaşma halinde bütün bir Osmanlı kalabalığını bir araya topluyor. Avrupalı seyyahlar sandalyeli hamalların taşıdığı Ermeni hanımların ya da omzunda papağanıyla Afrikalı bir hadımın eşliğindeki bir cariyenin peçeli profilinin yanından geçerken genelde bu manzaradan akıllarında sırtlarındaki muazzam yükün altında iki büklüm olmuş hamalların egzotik tuhaflığından başka bir şey kalmıyor. Burada rastladıkları kıyafetlerin ve insanların alaca bulaca barok halleriyle büyülenen yabancılar birbirini tutmayan, ahenkten uzak bir envanter çıkartmayı pek seviyorlar: redingotlu setre pantollu devlet memuru, Astragan kalpaklı Çerkez, yumuşacık yünlülerini dalgalandırarak yürüyen sıska ve yakışıklı Arap, kof şişkoluğuyla bir hadım, incecik ve ürkek kadınlar...

Şu anda, sallanan köprü üzerinden geçen arabalarda saklanan bu kadınların estetik duygulanımlara kapılacak halleri yok. Semazenlerin ağır esnekliğiyle hareket eden bu insan selinde –insanlar itişip kakışmadan birbirine yaklaşıyor, uzaklaşmadan birbirinden ayrılıyor–, onlardan yana olan karanlığa rağmen, yolcular için tehditlerle dolu bir koridor açılıyor: aralarından ikisi birbirlerine sokuluyor, onlar iki kız kardeş, Zennur ve Nuriye Nuri. Herkes susuyor, herkes düşünceli. Ağır bir saat bu: onları bekleyen ve tekerleklerin her dönüşünde, her şiddetli sarsıntıda biraz daha yaklaştıkları belirsizlik karşısında bilançoların, soruların, kuşkuların, korku gözyaşlarının saati.

Kapalı pencereleri sağanak halindeki yağmurla kamçılanan üç araba, Avrupa’yla Asya’nın buluşmasını özetleyen gardırop havalı pitoresk köprüyü, onları mağrur camilerin İstanbul’una götüren hercümerci geçiyor. Siyah arabalar altın ve paçavralar içindeki bir insan topluluğunun, üst tabakayla alt tabakanın arasından kendilerine iz gibi bir yol açarak ilerliyor. Tarla kuşları gaklıyor. Çarpan döşeme taşları karşı yakaya gelindiğinin habercisi.

Galata köprüsünün bitiminde Yeni Cami yükseliyor. Onun arkasına saklanmış olan Sirkeci garı 1883’ten beri Avrupa’da tren seferleri yapan uluslararası WagonLits şirketine bağlı OrientExpress’in son istasyonu. Pembe alçı ve kırmızı tuğlanın üst üste sıralanışı, üst kısımları ArapMüslüman geleneği tarzında at nalı biçiminde kemerli pencereler, demiryollarındaki modernliğe saygı gösterirken, şehirde mevcut bütün farklı stilleri birleştirmek isteyen Alman bir mimarın eseri. Kupa arabalar, pek de otantik olmayan Selçuklu stilindeki sivri kemerli pencereleriyle ana kapının önünde duruyor.

İlk arabadan iki kadın, ikinciden iki kadın daha; son arabadan ise yanında daha yaşlı bir kadınla Kuzey Avrupalıya benzeyen bir erkek iniyor. Arkalarında onları uzaktan takip eden erkek, kadınlardan sadece üçü, havagazı lambalarının ölgün ışığında kulelerde 7.10’u (19.30) gösteren Fransız saatlerinin altından gergin bir halde geçiyor. Cilalı ahşap kaplama ve pembe sütunlu salon geçildikten sonra, sergiledikleri yavaşlığa rağmen, bir an önce perona varmak için acele ettiklerinden bekleme salonuna girmiyorlar: polislerin, pasaportlarını gerektiği gibi kontrol ettikten sonra tepeden bakan bir gülümsemeyle geçmelerine izin verdiği, Batılı kıyafetler içinde bir anneyle iki kızı gibiler.

İlk zafer! Saçma sapan formalite karışıklıkları yüzünden alıkonulmak felaket olurdu, kimlikleri ortaya çıkar, maskeleri düşer, tutuklanırlardı. Bu an bir dönüm noktası, ilk sınır, çiğnenen ilk yasak. Bundan sonra yol açık. Perondan şehrin tepelerini, geceyle yağmurun ince çizgiler halinde puslandırdığı Pera’nın ışıklarını görebiliyorlar. Son yolcularını bekleyen Conventionnel gece treni her akşamki gibi saat 8. 30’da AvusturyaMacaristan istikametinde hareket edecek. Üçlü saklanmak için sleepingcar’a yerleşiyor, ama bu seyyar hapishane onlara özgürlüğün kapılarını açacak. Onlara eşlik eden adam fark ettirmeden başka bir vagona biniyor. Valizler arkadan gelecek, ama gemiyle. Son birkaç düdük sesi ve ekspres yavaş yavaş sarsılıyor.

OrientExpress ya da benzeri trenlerden birinin bir firara hizmet etmesi elbette ilk kez olmuyor. İstanbul her zaman için romanesk entrikaların, dahası Batılıların oryantalist fantazmalarının yuvası olmuştur. Gene de Sirkeci peronlarında başlayan bu tuhaf macera, gerçek ve gerçekten tehlikeli olmanın ayrıcalığını sunuyor, üstelik bu maceraya atılanlar da kadın...

Aziyade’nin Anıları

İki yıl önce Boğaziçi, 16 Nisan 1904. Tarabya’da –Avrupa yakasında, iki adım ötede yükselen mütevazı bir cami olmasa, şatafatlı yazlık saray sayesinde adeta İsviçre havasında bir koy– öğle üzeri. Halk kahvesi olarak kullanılan virane bir mekânın yanında bir kenarda tek başına, kuzeydoğudan fırtına halinde esen dondurucu bir rüzgârın altında Pierre Loti bekliyor...

Yazar Türkiye’yi iyi tanıyor. Bu onun Osmanlı toprağına altıncı gelişi ve bu “ikinci vatan” ona ne egzotik sayfalar döktürmüştü. O bu toprakları ilk kez Şubat 1870’te yağmur altında Doğulu ve çamur deryası İzmir’de keşfetmişti. Altı yıl sonra ateşli ve kesin bir aşk hikâyesi yaşadı, bu da 1879’da Selanik’le İstanbul arasında ilk romanı Aziyade’ye hayat vermiştir. Genç kadının izini takip ederek 1887’de onun yasını tutmak için birkaç saatliğine geri döndü ve ardından yoğun melankolisinin mürekkebiyle Doğu’nun Hayaleti’ni (Fantome d’Orient) yazdı. 1890’daki güneşli birkaç kaçamak güne Mayıs 1894’te Kutsal Topraklardan dönüşte kısa bir turistik uğrak da eklenmişti. Bu defa alaturka bir hayat sürmek için on dokuz aylığına geri dönen Loti –yazarlık dışı hayatında fırkateyn kaptanı yüzbaşı Julien Viaud– 10 Eylül 1903’ten beri Fransa elçiliğinin karakol gemisi Vautour’un açık denizlerden uzak kaderini elinde tutmaktadır, bu pervaneyle çalışan mütevazı bir torpilsavar gemisidir.

Geminin kaptanlığına atanması İstanbul’da gerçek bir merak kabarmasına neden olmuş, zabit Bargone bunu sevinçle karşılamıştır: “En önemlisi, bizim kendi halindeki gemimize yarın halen hayatta olan en büyük adamlardan birinin kumanda edecek olmasıdır. Bundan iki üç yüzyıl sonra Pierre Loti’yle kıyaslanınca büyükelçinin, hatta Sultanın elbette fazla bir ağırlıkları kalmayacaktır. Herkes bunu daha bugünden sezinlemekte. Bu yüzden de çok patırtı, sayısız söylenti. Önde gelen zevatın elbirliği etmişçesine surat astığınıı görmek eğlenceli –çünkü prestijleri bir anda zayıflama tehlikesiyle karşı karşıya–, oysa benim arkadaşlarım ve bizzat benim gibi kendi halinde insanlar katıksız bir sarhoşluk hissettiklerini saklamıyorlar.” İlgili baş kişinin sarhoşluğunun ise cinsi başka.

Dümene geçer geçmez içini gitgide ağırlaşan bir duygu sardı; uzun zamandan beri Aziyade’yi bu kadar yakınında hissetmemişti: “Beni buralara getiren o, o sevgili küçük merhume. Şu anda hayatta ne kadar da yalnızım!”

Bununla birlikte, asıl adı Hatice olan bu kadına duyduğu tutkunun üzerinden yirmi altı yıl geçmişti. Julien Viaud’yu Pierre Loti, Pierre Loti’yi de ressam Lévy-Dhurmer’nin batan güneşin altın rengine boyadığı bir gök üzerinde beliren siluetleriyle kubbe ve minarelerin önünde ölümsüzleştirdiği büyük Türk dostu yapan yirmi altı yıl. Böyle oryantalist bir dekor Hatice’nin eski âşığına, Alman afiş ve reklamları bir yana, buraya alkolünü, gri takım elbiselerini boca eden “saralı” bir Avrupa’nın tehdidi altındaki bu şehrin ebedi âşığına çok yakışıyor...

Artık ünlü bir yazar olarak onun Osmanlı’nın başkentinde yapmaya alıştığı şeyler var. Fransa büyükelçiliğinin balolarından Yıldız Sarayı’ndaki görkemli Cuma selamlığına, Sultan II. Abdülhamit’in hatırlı davetlileri arasında sayılıyor. Karşı yakadaki Mısır hidivi Abbas Hilmi Paşa’yı seve seve ziyarete gidiyor, ramazanda şehrin valisi Rıdvan Paşa’nın iftar davetini kabul ediyor ya da İran büyükelçisinin evinde bir Doğu şatafatının ortasında, Acem sazlarının hüzünlü sesiyle keyif çatıyor. Kısa süreliğine İstanbul’a uğrayan önemli seyyahlar bir anıtı ziyaret eder gibi onu ziyaret ediyor: daha geçenlerde şair Henri de Régnier ya da ressam Clairin gemideki sofrasına misafir oldular.

Adam Türkçe ders alıyor, nargile içiyor, Beykoz köyünün ağaçları altında ya da Sultan Selim mahallesinde dolaşırken fes takıyor. Üsküdar’da zikir getiren dervişleri dinliyor ve büyük bir zevkle sıradan insanların hayatına karışıyor – kenar mahallelerdeki gece gezintileri de buna dahil. Fransızca yayımlanan günlük Stamboul gazetesi, onun bir denizci ve bir edebiyat adamı olarak zamanını nasıl geçirdiği konusunda düzenli olarak haberler veriyor, bir dişi kedinin “alegorik vaftizi” de buna dahil. Dostlarının, resmi zevatın, güzel kadınların huzurunda kendini yapmacık bir estet merakına kaptıran Pierre Loti 9 Aralık’ta büyük bir şaşaayla biraz özel bir five o’clock tea düzenledi. Kuzeylilerin en büyük tanrısı Odin adına bir sunak hazırlandı, geminin yemek salonunun tam ortasına dikildi ve Romberg’in bürlesk senfonisi Sigurd’un ve birkaç Acem lied’inin notaları arasında, druit rolünü oynayan uzun saçlı bir zabitle, elektrik ışığının göz kamaştırıcılığı altında Ankara kedisi Belkıs’ın vaftiz törenine başlandı: “Davet ettiğim küçük kızları eğlendirmek için masum bir çocukluk”, Loti böyle diyordu. Ama birkaç gün sonra Orient-Express’le gelen gazetelerde Paris’te tutucu basın organlarının dine saygısızlık, rezalet diye haykırdıkları okundu. Bu şatafatlı olduğu kadar lüzumsuz da olan sahneleme karşısında şoke olan aşırı sol yanlısı gazetelerin pek hoşlanmadığı bu küçük olay özellikle aşırı sağ ve Avrupa Katolik basını tarafından fazla büyütüldü. Papalık elçisinin büyükelçiden açıklama istediği, davet bile edilmeyen büyükelçinin de Vautour’un kaptanını Müslüman toprağında bir Hıristiyan törenini gülünç hale getirmekle suçladığı söylendi! Yazar herhalde kendi kendine “basının saçmalıklarına şerbetliyim” diyordu ama elinden ne gelir? Yaptığı her şey olay oluyor. Ankara kedisine gelince, kedi kısa bir süre sonra boğulmuş olarak bulunacaktı...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.