Güneş Devletleri ve İmparatorlukları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Savinien Cyrano de Bergerac (1619-1655) öncelikle Gassendi, Giordano Bruno ve Machiavelli’nin düşünceleriyle beslenmiş, bohem bir hayat peşinde olmuş, özgürlükçü bir kişiliktir. Felsefeye meraklı Cyrano de Bergerac, kıvrak anlatım yeteneği ve engin hayal gücü sayesinde eserlerinde eleştirel düşüncelerini dile getirmeyi başarmış ve yaratıcı kişiliğiyle kendisinden hemen sonra İngiltere’de Swift, Fransa’da da Voltaire’in bayrağını devralacağı felsefi hikâye geleneğinin temellerini atmıştır. Cyrano’nun dehasını en iyi ifade eden eserler, kuşkusuz "Öteki Dünya / Ay Devletleri ve İmparatorlukları" ile "Güneş Devletleri ve İmparatorlukları" olmuştur." Ay Devletleri ve İmparatorlukları"nın devamı niteliğindeki "Güneş Devletleri ve İmparatorlukları"nda, kahramanımız bu kez Güneş’e yelken açar. Felsefi bilimkurgu denilebilecek bir anlatıyla bu eserinde de yaşadığı dönemin toplum düzenini eleştirmekten geri kalmayacaktır Cyrano.

Savinien Cyrano de Bergerac 1619 yılında Paris’te doğdu, Babası Abel de Cyrano Paris Parlamentosu avukatıydı, Bergerac soyluluk unvanı, aileye, 1582 yılında Mauvières ve Bergerac şatolarının satın alınmasıyla geçmişti, ancak 1636 yılında malikânelerin elden çıkarılmasına rağmen aile soyadını kullanmayı sürdürdü.

Cyrano, yirmi iki yaşında iken, yakın arkadaşı Henri Lebret ile Muhafız Alayı silahşoru oldu, bir yıl içinde önce tüfekle, sonra da kılıçla ciddi olarak yaralanınca harp sanatı merakına son vererek, 1640 yılından itibaren kendini edebiyat ve felsefeye adadı. Ay Devletleri ve İmparatorlukları’nı muhtemelen 1642-1649 yılları arasında, Güneş Devletleri ve İmparatorlukları’nı ise 1650-1655 yılları arasında kaleme aldı. 1654 yılında geçirdiği gizemli bir kaza ya da saldırı sonrası halsiz düştü, kendisini toparlayamadı ve kuzeninin Paris yakınlarında evine yerleşti. Cyrano, on dört ay süren bu uzun rahatsızlık sonunda, 1655 yılında, kuzeni Pierre de Cyrano’nun evinde, çok eski arkadaşı Lebret ve kendisini seven yakınları arasında otuz altı yaşında hayatını kaybetti.

Öteki Dünya, Ay Devletleri ve İmparatorlukları, Cyrano’nun ölümünden iki yıl sonra Lebret’nin çabalarıyla ve “hafifçe edeplendirilerek” yayımlandı. Daha sonra, yine arkadaşı fizikçi Jacques Rohault 1662’de Güneş Devletleri ve İmparatorlukları’nın yayımlanmasını sağladı. Cyrano’nun bu eserinden ciddi olarak etkilenen yirmi dokuz yaşındaki genç yazar Edmond Rostand, kitabın temasını, “Cyrano de Bergerac” adıyla beş perdelik şiirsel tiyatro oyunu olarak kaleme aldı ve 1897 yılında yayımladı. Cyrano günümüzde, Fransa’nın dışında, bir yazardan daha çok, uzun burunlu bir roman ve film kahramanı olarak tanınmaktadır.

Cyrano Paris’te dolunaylı bir gecede Ay’a gitmeyi aklına koymuştu. Orası Öteki Dünya, Peygamberlerin, azizlerin mekânıydı, Cyrano’nun ise takıntısı olmuştu.

Cyrano Ay yolculuğunun ilk denemesinde Güneş’in nemi çekme enerjisinden faydalanarak gökyüzüne yükselmişti. Uzayda bir süre kaldıktan sonra tekrar Dünya’ya inmişti, ama ayak bastığı yer Fransa değil Kanada topraklarıydı, zira kendisi sabit dururken Dünya döngüsünü sürdürmüş ve ayaklarının altına Québec isabet etmişti.

Cyrano Ay’a gitmekte kararlıydı. Kanada’da kendine yeni bir uzay gemisi imal etti. Fransız koloniciler tarafından Québec’te gelenekselleştirilen Saint Jean Bayramı kutlama törenlerinde askerler aracını ele geçirerek havai fişeklerle donatıp güherçile kullanarak ateşler. Cyrano makinesini söndürmek ve kurtarmak amacıyla içine atlayınca onunla birlikte havalanır ve havai fişeklerin itici gücüyle Ay’a ulaşır ve orada bir de manyetik çekim gücüyle Ay’a gelen bir uzay aracından haberdar olur.

Cyrano, Öteki Dünya, Ay Devletleri ve İmparatorlukları’nda ruhlar ve canlılar âlemini ve cennet inancını, Ay’daki kültür ve teknoloji seviyesinin Dünyamıza göre inanılmaz üstünlüğünü bir felsefe, ütopya ve bilimkurgu çatkısı içinde betimlemiştir. Kitabın üst başlığı “Öteki Dünya” eserin konusunun iki anlamlılığını, yeryüzündeki yaşamı, çelişkileri ve ruhlar âlemi inancını vurgulamaktadır. Cyrano hikâyesinde değişik konuları bir arada kurgularken yeni bir toplum düzeni önermek yerine döneminin dinsel inançlarını, toplumun davranış biçimlerini ve görgü kurallarını eleştirmeyi ve sarsmayı tercih etmiş ve bu eleştirileri doğrudan ifade etmek yerine ayda yaşayanların eriştikleri çok yüksek düşünce ve teknik düzeyden bazı örnekleri övgüyle vererek yapmıştır. Cyrano, zamanından neredeyse üç yüz yıl sonra dünyamızda gerçekleşebilecek olan iletişim, enerji, ekonomi, tıp alanındaki gelişmeleri belli bir felsefe ve kehanet çerçevesi içinde bir bilimkurgu tarzında ve bazen de “şakacı” bir yorumla okura sunarken, Ay’daki dilleri de neredeyse yirminci yüzyıl dilbilimcilerinin ve semiyotikçilerinin sınıflandırmalarını öngörmüş gibi betimlemiştir.

Ay’daki yaşam, hem fiziksel hem de düşünsel ortamda, dünyamızdakine göre inanılmaz gelişmişti, teknoloji ve eğitim üst düzeydeydi. Kadınlar da erkekler gibi hayatın her alanında tam özgürlüğe sahiptiler. Soğutulmuş güneş ışığı ile aydınlanma sağlanıyordu. Bir tür kablosuz haberleşme sistemi keşfedilmişti, özel cihazlarla kaydedilen sesler istenilen yerde geri dinlenebiliyordu. Böylece yaşayan ve yaşamayan âlimlerin anlattıklarıyla eğitim kesintisiz sürüyordu. Babalar reşit olmuş çocuklarına itaat ediyorlar, Ay’daki insanların eğitimli olanları da müzik, mimik dilini kullanıyorlardı.

Tıp alanında aile hekimliği kurumu vardı ve flora terapi uygulanıyordu, çevreyi korumak için genelde yemeklerin buharlarıyla besleniliyordu. Çağımızın mikrodalga teknolojisi tüfeklere uygulanmıştı ve havada vurulan kuşlar yere pişmiş olarak düşüyordu.

Mimarlık alanında, bir çukura inşa edilen kule binalar mevsim durumuna göre içindeki burgu mekanizma sayesinde yükselip alçalıyorlardı, ayrıca yazın tercih edilen, körüklerin yelkenleri şişirmesiyle hareket eden, karavan tipi tekerlekli yazlık konutlar vardı.

Cyrano kitabının felsefe içerikli bölümlerinde bir taraftan Antikçağ’dan gelen bilgilere değinmiş, öte yandan da haberdar olduğu eserlere bazen atıflar yapmış ve döneminin güncel bilgileriyle birlikte yorum ve eleştirilerini de dile getirmiştir. Topluca ele aldığı ve değindiği değişik konuları bazen onaylayarak bazen de karşı gelerek, “şakacı” yorumlarla ve yer yer ancak günümüzün teknolojileriyle gerçekleşebilecek fantezilerle süsleyerek okura sunmuştur.

Cyrano, Güneş Devletleri ve İmparatorlukları’nı büyük olasılıkla hastalığının son günlerinde herhalde tamamlamaya çalıştı ama altına “son” yazmasına rağmen bitiremedi. Ölümünden yedi yıl sonra 1662 yılında, arkadaşı fizikçi Jacques Rohault kitabın yayımlanmasını sağladı.

Ay Devletleri ve İmparatorlukları’nın devamı olarak da değerlendirilebilecek olan Güneş Devletleri ve İmparatorlukları, Cyrano’nun Ay’dan yeryüzüne İtalya’da bir yanardağ yakınlarına, muhtemelen Vezüv ve Napoli civarına indikten sonra, gemiyle Fransa’nın Toulon limanına geçmesiyle başlar. Toulouse ’da, dostu Colignac kontunun yanına yerleşir. Kahramanımız Dyrcona [“Cyrano d”nin anagramı] önceki macerasını tüm detaylarıyla anlatır. İşittikleri karşısında çok şaşıran Colignac kontu, kendisinden bu maceraları yazıya dökmesini ister. Ne var ki Dyrcona’nın başından geçenler herkesin hoşuna gitmez. Colignac papazı tarafından büyücülükle suçlanır ve tutuklanır. Tutulduğu yerden kaçmayı başarır, gelgelelim heyecanlı bir kovalamacanın ardından tekrar yakalanır.

Dyrcona terası olan bir kuleye kapatılır. Konttan kendisine icadı için gerekli malzemeleri getirmesini rica eder. Zira aklında, eski yolculuk deneyimlerine dayanarak yeni bir hava aracı yapmak vardır. Bu araçtaki güneş enerjisini yoğunlaştırıcı düzenek, yolculuk için gerekli fiziksel hareket gücünü sağlayacaktır. Bu araçla önce Colignac kontunun topraklarına ulaşmayı hedefler. Ancak aracın kapasitesini yanlış hesapladığı için Güneş’e doğru yol alır. Önce Güneş’in loş, opak bölgesine iner, oradan da aydınlık kısımlara, felsefenin merkezine, beş duyumuzun ve hafıza, hayal, hüküm melekelerimizin kaynak bölgesine geçer.

Cyrano bu çalışmasında da insanlar, hayvanlar ve bitkiler arasında bilinmeyen dillerde bile iletişimsel imkânlar bulunduğuna, gerçeklerin bilinmeyen yabancı dillerle bile anlaşılabildiğine, aşırı sıcak ve aşırı soğuk arasındaki fiziksel etkileşime, canlılar ve genler arasındaki uyum ve dönüşüm süreçlerine de adeta felsefi bir bilimsellik içinde değinmiştir.

Birbirine zıt görüşlü iki düşünürün, Descartes ve Campanella ’nın fikirleri bir anlamda, felsefe yönü ağır basan bu kitabın içindeki oyunun anahtarı gibi telakki edilebilir. Cyrano’nun bu hikâyesi, “yeni” ama birbirine tamamen karşı iki düşünceyi birleştiren ve ayıran mekânda gözler önüne serilir: Campanella’nın felsefesinin “yeniliği”, antik efsanelerin ilkelerini ve temalarını tekrardan örüntülemesine dayanır. Descartes’ın düşüncesinin yeniliği ise, düşünen kişinin yaratıcı deneyiminin içinde yerleşmiştir.

Mustafa Emin Demirkan

Bana, (size daha önce sözünü ettiğim matris dilde) “İnsanoğlu,” diye hitap etti, “şu asılı durduğum dalın üstünden seni uzun zaman süzdükten sonra yüzünden, bu dünya asıllı olmadığını anladım, dolayısıyla gerçeği aydınlatmak üzere aşağıya indim.” Beni sorguladığı o kadar çok husustan sonra merakını giderince... “Ama siz de” dedim, “bana kim olduğunuzu açıklayınız, zira görmüş olduklarım o kadar şaşırtıcı ki, eğer siz anlatmazsanız bunların sebebini bilmem asla mümkün olamaz. Ne yani! Som altın koca bir ağaç, zümrüt yapraklar, elmas çiçekler, inci goncalar ve bütün bunlar arasında göz kırpıncaya kadar insan oluveren meyveler? Benim için, böyle bir mucizenin anlaşılmasının kabiliyetimi aştığını itiraf ediyorum.” Bu ifadeden sonra zaten cevabını bekliyordum: “Siz” dedi, “bütün bu ağacı meydana getiren halkın kralı olarak onu peşimden çağırmamı kötümsemeyiniz.” Böyle konuşunca kendi kendini koparmasına dikkat ettim. Bilmiyorum acaba arzusunun iç kudretlerini mi birleştirerek, kendisinin dışında, biraz sonra duyacağınız bazı hareketleri başlattı, ama her şeyden önce, bütün meyveler, bütün çiçekler, bütün yapraklar, bütün dallar ve sonunda bütün ağaç parçalar halinde, hepsi gören, hisseden ve yürüyen küçük insanlar olarak yere düştüler, sanki doğum günlerini doğdukları an kutluyorlarmış gibi, çevremde dans etmeye koyuldular. Bülbül, her şeyin ortasında görünüşünü korudu ve hiçbir başkalaşıma uğramadı; kalktı geldi bizim küçük kralın omzuna tünedi, orada öylesine melankolik ve sevgi dolu bir hava şakıdı ki, bu can çekişen sesinin tatlı halsizliğinden duygulanan bütün topluluk ve hatta küçük prens bile birkaç damla gözyaşı akıttılar. Bu kuşun nereden geldiğini öğrenme arzusu dilimi öyle bir kaşındırdı ki sormamazlık edemedim: Krala hitaben “Haşmetlim,” dedim, “eğer devletlilerini rahatsız etmeyeceksem, bu kadar başkalaşım arasında niçin sadece bülbülün kendi varlığını koruduğunu soracaktım?” Bu küçük prens beni iyilikseverliğine uygun bir hoşnutlukla dinledi ve merakımı anlayarak: “Bülbül” dedi, “bizler gibi biçim değiştiremedi çünkü onu beceremedi: Çünkü o, size göründüğünden başka olmayan gerçek bir kuş. Ama opak yerlere doğru yürüyelim, yolda size kim olduğumu ve bülbülün hikâyesini anlatayım.” Bu teklifinden duyduğum memnuniyeti kendisine ancak belirtmiştim ki, omuzlarımdan birine hafifçe sıçradı. Ağzıyla kulağıma ulaşmak için topuklarının üstünde yükseldi, bazen saçlarımda sallanarak, bazen asılı durarak: “Yarabbi!” dedi, “kendini nefes nefese kalmış gibi hisseden bir adamı affet; dar bir bedende sıkışmış ciğerlerim ve dolayısıyla ince bir sesim olduğundan kendimi işittirmek için çok zorlanıyorum. Bülbül, hikayesini anlatmak için kendi konuşmayı tercih edecektir. Bırakalım şakısın, zaten hoşuna gider, biz de hikâyesini hiç değilse müzik olarak dinleriz.” Krala, henüz kuş dilini anlamak için yeteri kadar alışkanlığım olmadığı cevabını verdim; Güneş’e çıkarken rastladığım gerçek bir filozof, hayvanların dilini anlamam için bana bazı genel açıklamalar yapmıştı; ama bunlar ne her kelimeyi anlamam için ne de böyle bir maceradaki hoşluklardan etkilenebilmem için yeterli değil.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.