Gündökümü - 2 / Bir Uyumsuzun Notları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bir Uyumsuzun Notları... Geçen yüzyılın son çeyreğinde dökülmüş bu günler, sıcak dostlukları, muzip anıları, zehir zemberek eleştirileri, yazarının hayatını ve gözlemlediklerini yansıtıyor. Uyumsuzluk, değişen koşullara ayak diremekten kaynaklanıyor; gün geçtikçe dökülenler, memnuniyetsizliği daha fazla yansıtmaya başlıyor. Okurların daha çok öyküleri ve çevirileriyle tanıdığı Tomris Uyar'ın, yirmi beş yıl boyunca tuttuğu gündökümleri, yeniden, iki ciltte topladı. 2002 yılında Güzel Yazı Defteri adlı kitabıyla ödüller alan Tomris Uyar'ın yaşam ve edebiyatla ilgili pek çok "uyumsuz" gözlemi tarihe de tanıklık ediyor. Bu notların üzerindeki kahve lekelerini, bulaşık deterjanlarını, uyku mahmurluğunu, rakı damlalarını seçen gözler, yazarın herşeyden önce insan olduğunu fark edecektir.

3 Ağustos

Bizim buralarda, yetmiş yaşlarında bir erkeğin her bakımdan köşesine çekilmesi beklenir. Oysa gündökümlerine arasıra konuk olan babam, öldüğü güne kadar köşesine çekilmedi. Ondan olabildiğince "babam" diye sözetmemeyi yeğliyorum; insanlar, birilerinin babası ya da kızı olmak için doğmuyorlar diye düşündüğümden. Zaten şimdilerde onu arkadaş, hatta sır kardeşi kimliğiyle daha çok özlüyorum. Üç yıl önce yaşadığımız bu olay, onun kişiliğini çizmeye yetecek sanırım (tabii benimkini de). Birlikte Refik'e öğle yemeğine gidiyoruz. Son zamanlarda lokantaya bile gitmek istemediğinden sözediyor. Yoldaki insanların itiş kakışından, hoyratlığından, kendisine "beybaba" ya da "amca" diye seslenmelerinden yakınıyor. Yine de neşesi yerinde. Bir ara, bu neşenin nedenini açıklıyor. Yirmi yaşlarında bir kızı çok beğeniyormuş. İşin ilginç yanı, şimdiye kadar iriyarı kadınlardan hiç hoşlanmadığı halde bu kızı çok çekici bulmasıymış. Üstelik kız, biraz kaba-saba konuşuyormuş. -- Peki onun sizi beğendiğine ilişkin ipuçları var mı? -- Var tabii. Ben, çalıştığı kasetçinin önünden geçerken köpeğini azarlıyor. Dükkânın önünü süpürmeye çıkıyor. Doğrusu bu ipuçlarından fazla birşey çıkaramadım. Ama hâlâ kendince düşler kurabilmesine sevindim. -- Hadi oraya gidip bir kaset alalım, senin yanında daha kolay konuşurum, demez mi? Hep babalar oğullarının elinden tutmazlar ya, bize de babamızın elinden tutmak düştü. Kasetçiye gittik. Genç kız, gerçekten iriyarı ve gerçekten çekici. Bizimki, büyük bir ciddiyetle kasetlere gözatarken ben de kızla konuşuyorum. Bir Fransız lisesinde okuyormuş, arada babasının dükkânına bakıyormuş. Babamın kendisini pek beğendiğini ama biraz ürktüğünü söylüyorum gülerek. O da gülüyor. -- Ben de onu beğeniyorum. Her zaman kaba konuşmam ama buralar it-kopuk dolu, sert davranmam gerekiyor. Aranan kaset, nedense(!) tam o anda bulundu: Şevki Bey'den seçmeler. -- Önümüzdeki hafta bir öğle yemeği yiyelim mi? diyor yetmiş yaşındaki erkek. -- Tabii diyor kız. Telefon et, günü kararlaştıralım. İçimden "Atlatacak belli, ama kibarca," diye geçiriyorum. -- Dükkân tabelasındaki telefon numarasını not etmiştim. -- Sakın o numaradan arama! diye atılıyor. Polise bildirdim; durmadan rahatsız ediyorlardı. Ben sana ev numaramı vereyim. Numara yazılırken: -- Doğru yazdın mı? Tekrarla bakalım bir kere, buyruğu geliyor. Hayatı boyunca buyruk almaktan nefret eden adam, kuzu kuzu uyuyor bu buyruğa. Artık o yemeğin yenileceğinden hiç kuşkum kalmadı. Dışarı çıktığımızda: -- Çok başarılıydınız doğrusu, diyorum. Merakımı hoşgörün de ne bekliyorsunuz bu ilişkiden? -- Hiiiç, diyor. Genç ve güzel bir kadınla yemek yemek yetmez mi? Az şey mi? -- Peki laf aramızda, onun beklediği ne olabilir? -- Kendisine ince davranacak, anlatacaklarını ilgiyle dinleyecek bir erkeğin yanında kadın olduğunun, beğenildiğinin keyfini çıkarmak. Ona bu keyfi yaşıtlarının yaşatamayacağını kavramış, baksana. -- Ya işler kızışırsa? -- O zaman da başkalarından istemeye utandığı özel şeyler isteyebilir benden, biliyor. Benim kızımsın, saçmalamasana! Cinselliğin ve hazzın yaşadığımız sürece bitmeyeceğini bir kere daha anlıyorum. Ama kadınların otuz yaşlarında dünyadan el-etek çektikleri, erkeklerin otuzbeş yaşında andropoza girdikleri, en masum kitapların sakıncalı bulunduğu, insanların "bir yastıkta kocamak", "aynı çatı altında yaşamak", "ömür boyu birliktelik" gibi bir anlayışla yetiştirildikleri bir toplumda erotizm nasıl yeşerebilir? İdeal aşkı -ne demekse- bulmaya adandığı için ille de sonsuz bir birliktelik özleyen, gözü eşinden başka bütün güzelliklere kapalı yaşayanların, kendi koydukları ilkelerin ya da kuralların karabasanında ihtiyarlayıp gittikleri bir ülkede yaşıyoruz. Pamuk Prenses'e yedi cüce, Hürmüz'e yedi koca, Casanova'ya bol sayıda sevgili yakıştıranların bir bildiği vardı herhalde. En azından, ancak çok kişiyi sevebilenin bir kişiyi sevebileceğini sezmişlerdi. Scott Fitzgerald'ın dediği gibi "Bir sevgiliden edinilen incelikler, öbür sevgiliye taşınıyor"sa, bir ve tek sevgiliye kendini ömür boyu mahkûm edenin pek incelik şansı kalmıyor. O zaman da aşkı cinsellikten ve erotizmden kesinlikle ayıran pornografiye tutkunluk başlıyor. Zariflikleriye bütün kadınları büyüleyebilecek erkekler -sözgelimi Nusret Hızır, Mehmet Ali Cimcoz ya da yazıdaki adam- küçük erotik tatların diriltici değerini bilen eski kuşaktan geliyorlar. Yeni kuşağıysa şiddetin bir parçası olarak pornografi bekliyor pusuda; kişisel iç zenginliğe izin vermeyen ortak düş! 1987'nin Ocak ayında, yetmiş küsur yaşında, ardında 200.000 lira ve bir emekli aylığından başka hiçbir şey bırakmadan ölen babam, sanırım ölümünü bile ölümüne yaşamıştır bu çoraklıkta.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.