Göz Tanığı, Kulak Misafiri

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bu ilginç kitapta Yaşar Kemal’in deyişiyle “dünyanın dört bir ucundaki adam”, Güneş Karabuda, İzmit’teki çocukluk yıllarından bugüne dünyanın dört bir yanındaki tanılıklarından enstantaneler sunuyor. Her zamanki duyarlığı, mizah duygusu ve renkli üslubuyla.

Doktor Bey Hastaya Gitti

Gece yarısı telefon çaldığında, odamın aralık kapısından, uyku sersemi annemin çoğu kez aynı sözleri tekrarladığını duyardım: “Doktor Bey, hastaya gitti!” Hastaya giden babamdı. Erken çocukluğum, kiraz ve fındık bahçeleriyle çevrili İzmit Körfezinin kıyısında geçmişti. Babam, kente tepeden bakan, “Memleket Hastanesi”nin Başhekimi olarak görevli idi. Doktor Nail Beyin sık sık hastaya çağrılması doğaldı. Ama bazen aynı gece, değişik saatlerde üç ayrı hastadan telefon geldiği olurdu. Her seferinde o kış kıyamette, sıcacık yatağından kalkar hastaya koşardı. Ne kadar acırdım babama! Tüm gün hastanede çalıştığı yetmiyormuş gibi, kader geceleri uykuların en bölük pörçüğünü ona ayırmıştı. Babamın yaşamında hiç muayenehanesi olmadı, hiçbir hastasından da tek kuruş para almadı. Doktorluk mesleğini para kazanmak için seçmediğini, devlet memuru maaşının kendisine yettiğini söylerdi. Hastalarının teşekkür türünde kendisine vermek istediği alçakgönüllü hediyeleri, rüşvet kabul eder kesinlikle geri çevirirdi. Hiç unutmam altı yedi yaşlarındayken, bir pazar günü evin kapısı çalmış, koşup açmıştım. Karşımda bir eliyle eşeğinin yularını, diğeriyle de ağırca olduğu anlaşılan tenekeyi tutan genç bir köylü bana bakıyordu. O sırada annem gelmiş adama ne istediğini soruyordu. Köylü uzun bir süre sancılar, acılar çekmiş olan karısını babamın ameliyat ederek sağlığına kavuşturduğunu söylüyor ve gönül borcu olarak getirdiği bir teneke beyaz peyniri kabul etmemizi istiyordu. Annem doktor beyin bunu alamayacağını söylediğinde, adamın yüzünden nasıl hayal kırıklığına uğradığı açıkça görülüyordu. Annem de adama acımış, “Dur birdakika, gene de gidip doktor beye bir sorayım!” demişti.
İçerde gazetesini okuyan babam, beklenen tepkiyi göstermiş, “Derhal geri götürsün o getirdiğini!” deyivermişti. Babamın dediğini köylüye aktarmaya hazırlananannem, adamın üzgün ve ağlamaklı bir sesle ”Uzak yoldan geldim hanım, ne olur kabul ediverin!”?demesine daha fazla dayanamamış, “Teşekkür ederim evladım, zahmet oldu!” diyerek tenekeyi, alıp mutfakta iyi bir yere saklamıştı.
Akşam rakı sofrasında, çeşitli mezelerin yanı sıra bembeyaz bir peynir süzülüp duruyordu! Babam bir ara peynirden tattığında, “Pek de lezzetliymiş, nereden aldın bunu Atıfet?” dediğinde, beni bir gülme tutmuş, ama annem hiç bozuntuya vermeden “Nereden olacak, köşedeki bakkaldan!” deyivermişti...
Şimdi düşünüyorum da, hiç olmazsa şu cep telefonu denen “dünya harikası” alet o zaman olsaydı, rahmetli babamın ne kadar işine yarardı diye. Her hastadan sonra eve dönmeden, cebi onu bir yerden diğerine yönlendirebilirdi. Böylelikle, geceleri annem de uykulu sesiyle “Doktor Bey hastaya gitti!” demekten kurtulurdu.
Cep telefonunu dünyaya tanıtan İsveç oldu. Uzun yıllardır bu ülkede yaşamakta olduğumdan, bu mucize buluşun gelişip yayılmasına yakından tanıklık etmiştim. Rastlantı bu ya, daha çiçeği burnunda bir delikanlıyken kısa bir süre, L.M. Ericsson telefon fabrikasında çalışmıştım. Amaç üç beş kuruş biriktirip nişanlımla beraber İstanbul’a dönmekti. Telefon istasyonları arasında kullanılan, röle aletlerinin ayarını yapmakla sorumluyduk. Ücret, ayarı tamamlanmış alet sayısına orantılı ödeniyordu. Beceriksizlikte rekabet tanımadığımdan, en az parayı ben alırdım!
İsveçliler iyidirler, hoşturlar ama, oldum olası insan ilişkileri konusunda az gelişmişlerdir. Yan yana oturan komşular tanışmazlar, birbirlerinin adlarını bilmezler, başkalarının yaşamını merak etmek, ilgilenmek akıllarından geçmez! Dolayısıyla, bizim günlük hayatımızın tuzu biberi olan dedikodu, söylenti, rivayet çekiştirme kelimeleri lügatinde yoktur! Bu laf cimrisi sessiz sedasız millet, günün birinde aralarında harıl harıl konuşmaya başladılar... ama cep telefonlarıyla! Böylelikle, bu İsveç icadı, toplumun önde gelen sosyo-psikolojik sorununu çözmüş, anında bu kuzey insanlarının arasındaki buzları, büyük miktarda eritivermişti... Sonra bu konuda, burasının da bizden farkı kalmamıştı. Yerinden oynamayan telefondan cebe geçiş, baş döndürücü hızla gerçekleşmiş, “seyyar” aletle telefona çıkan kimseye, önce her ihtimale karşı “neredesin?” diye sormak âdet olmuştu.
Arkasından da günlük, özel, gizli saklı hayatın ayrıntıları sokak, çarşı pazarda konuşulur olmuş, sözün kısası “mahremiyet” işportaya düşmüştü!..
Paris’te öğrencilik yıllarımda, bir süre Sorbonne’un yakınında bir pansiyonda oturmuştum. Binanın girişindeki oda caddeye bakardı. Her gün, eli elinde, kolu belinde dolaşan genç çiftler, 280 çeşit peynirli Fransa’da, hangisini seçeceğini kestiremeyen alışverişe çıkmış ev kadınları, çöpçüsü, postacısı, polisiyle tipik Paris insanlarını, sinema perdesi işlevini üstlenmiş pencereden izlerdim. Bunlardan birisi merak konum olmuştu. Yaz kış üstünden çıkarmadığı, yıpranmış, eskilerin “pejmürde” dediği pardösülü esmer bir adam, her gün evin önünde kendi kendine konuşarak piyasa ederdi. Benim pencerenin önüne her geldiğinde “zınk” diye durur sesini yükselterek Fransızca “Par exemple!” (mesela) der ve sonra volta atmaya devam ederdi.
Kimselerin adını bilmediği, akli dengesinden şüphe edilen bu adama, mahalleli doğal olarak “Par exemple” ismini takmıştı. Bir gün, sokakta karşı kaldırımdan adamın “güzergâh”ını izlemeye başlamıştım. Tahminen, yüz metrelik bir alanda aralıksız konuşarak gidip gelen adamın, üç, dört kez aralıklarla birden durarak “Par exemple” dediğini duyabilmiştim. Bu “Par exemple” duraklarından birisi de, tam bizim pencerenin önüydü. Merak bu ya, bir gün de adamın hangi dilde ne dediğini anlayabilmek için arkasına takılarak, onu izlemeye karar vermiştim.
İlk yüz metrede bir şey duymam mümkün olmamıştı. O yürüdükçe ben yürüyor, durdukça ben de duruyordum. Adam kendini kaptırmış, muhtemelen kendisi için yaşamsal önemi olan bir olayı, görünmez kişilerle tartışıyordu. Artık iyice yaklaşmış adamın Arapça, “Vallahül azim!” dediğini duymuştum. İşte olan tam o sırada olmuştu. “Misyon”umun ciddiyetiyle, farkında olmadan adama nefes soluğu yaklaşmış olan ben, seyyar konuşmacının “zınk”diye durmasıyla, freni tutmayan araba gibi ona arkadan çarpmıştım. Adam tökezleyip, sendelerken kendini toparlamıştı! Sonra birbirimize burun buruna mesafeden, o gözlerimin içine bakmış, pardon dememe fırsat vermeden yarı şaşkın yarı kızgın, boğuk bir sesle “Par exemple!” deyivermişti...
Çocukluğumuzda, sokakta kendi kendine konuşanlara “deli midir nedir?” derdik. Bugün sokaklar, kulaklık takmış, cep telefonu görünmeden konuşan insanlardan geçilmiyor. Kimin akıllı, kimin kaçık olduğunu bilmek kolay değil artık! Ne zaman böyle birini sokakta yürürken görsem, yüzümde hafif bir gülümseme “Par exemple”ı anımsarım...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.