Gölgede Kalan Yıllar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Nâzım’ın Piraye’sinin oğlu Memet Fuat’ın 65 yıllık anıları.

“Bu satırları yazarken altmış dokuz yaşındayım. Annem seksen dokuz yaşındaydı. Beni yirmi yaşındayken doğurmuş. Arada ondan uzak kaldığım, dedemin yanında oturduğum yıllar oldu, ama bana hiç ayrılmamışız gibi geliyor. En eski anım üç ya da dört yaşımdayken yaptıklarıma kadar gittiğine göre, demek ki altmış beş yıl onun çevresinde birtakım anılar biriktirerek yaşamışım.”

Piraye öldü. Dün gece. Kaçta bilmiyorum. Bir iki kaşık süt içirmeye çalışıp başaramadığımızda saat yediyi biraz geçiyordu. Yan çevirip üstünü örttük. İki gündür gözlerini açmıyor, hiçbir şey yemek istemiyordu. Sürekli uykuda gibiydi.
Dünyayla ilişkisini çoktan beri kesmişti. Kimseyi tanımıyor, baktığını görmüyor, söyleneni duymuyordu. Püre, muhallebi, yoğurt türünden çiğnemeden yutabileceği şeyler veriyorduk. Gözlerini açmaz olduğu son iki güne kadar hiç değilse bunları geri çevirmiyordu.
Karşımızdaki apartmanda oturan bakıcısı, kapıdan çıkarken, “Bir şey olursa bana bir telefon ediver, gelirim,” deyince bir duraladım. Ya benim duraladığımı görerek, ya da kendi kafasından geçenleri geri itmek için, bir açıklama yapmak gereğini duydu, “Hiçbir şey yediremedik,” dedi.
Arada bir gidip bakıyordum. Uyurken bile elleri kolları hep çalışır, üstündekileri çekiştirir, kucağına toplardı. Odasını sürekli sıcak tutuyorduk o yüzden. Gene de belli aralarla gidip üstünü açıp açmadığına bakmak gerekiyordu.
Ama o gece pek hareketli değildi. Omuzlarını açıyordu yalnızca. Ağzından nefes alıyor, belli belirsiz bir hırıltıçıkarıyordu. Her zaman daha sessiz uyurdu.
Soniki gidişimde ise üstü açılmamıştı. Kapıdan bakıp çekildim. Saat bire doğru yatmaya giderken bir daha baktım, gene açılmamıştı üstü. Dinledim, hırıltı da yok. Yanına gidip elimi alnına koydum. Soğuk.
Ölmüştü annem...
Belki de son iki gidişimde üstünü açmamış olması o yüzdendi.
Bir süredir yakınlarının yoklamaya geldiklerinde yanına bile girmek istemedikleri Piraye kurtulmuştu.
Kurtulmuştu...
Bu söz ne kadar yaygınlaştı, ne derin anlamlar kazandı son yıllarda...
Yalnız böyle bilinçsizliğe gömülen, yaşamla ilişkilerikopup yatağa bağlanan, vücudunda yaralar açılan, bakımı sorunlar yaratan, acı çeken, iyileşme umudu kalmayan yaşlılara değil, nerdeyse her ölene, “Kurtuldu!..” deniyor...
21 Mart 1995 Salı günü gece yarısına doğru, bataklığa dönüşmüş dünyamızdan, iyiliğin, dürüstlüğün, onurun, bağlılığın, özverinin simgesi bir kadın ayrıldı...
Bu satırları yazarken altmış dokuz yaşındayım. Annem seksen dokuz yaşındaydı. Beni yirmi yaşındayken doğurmuş. Arada ondan uzak kaldığım, dedemin yanında oturduğum yıllar oldu, ama bana hiç ayrılmamışız gibi geliyor. En eski anım üç ya da dört yaşımdayken yaptıklarıma kadar gittiğine göre, demek ki altmış beş yıl onun çevresinde birtakım anılar biriktirerek yaşamışım.
*

Anılara güvendiğimi söyleyemem. Bir olayı iki ayrı kişinin anılarında okuyun, anlatılanların birbirini tutmadığını görürsünüz. Kimi değiştirerek, gönlüne göre anlatır, süsler, tatlılaştırır, kimi işine geldiği gibi anlatır, kendine yontar, kimi yanlış yorumlar yapar.
Çok nesnel davranmak isteyenler bile birtakım şeyleri unutmuş olabilirler.
Unutur, sonra anımsamak için kendinizi zorlar, bir şeyler çıkarırsınız. Bu kez onlar kafanıza yerleşir, başkaları öyle olmadığını söyleseler de, direnirsiniz. Çok iyi anımsıyorsunuzdur, her şey gözünüzün önündedir, kendinize mi güveneceksiniz, onlara mı!..
Örnekse benim daha doğru dürüst konuşamadığım günlerden bir anım var. Dedemin köşkünde yemek arka bahçedeki mutfakta pişerdi, yazları gene bahçede hemen o mutfağa bitişik yemek odasında yenirdi, ama kışın soğuk havalarda sofra köşkün ikinci katında kömür sobasıyla ısıtılan oturma odasına kurulur, yemekler büyük bir tepsiyle yukarı taşınırdı.
Karnım acıkınca, koridorun arkasına, yarıya kadar dönerek çıkan, oradaki küçük bir sahanlıktan sonra dik basamaklarla ikinci kata bağlanan servis merdiveninin başına gidip yemeği getirmesi için aşçıya seslenirdim. Aşçının adı Eyüp’tü. Sözcükleri doğru dürüst söyleyemediğim için :
“İip, demii detir!” diye seslenirmişim. Büyükler taklidimi yapıp gülerlerdi.
Bu anının kafama nasıl yerleştiğini bilmiyorum. Bugün de kafamda görüyorum kendimi merdiven başından aşağı seslenirken.
Ama sonradan birkaç kez, annem, İye’m böyle bir anım olamayacağını, yanlış anımsadığımı, merdiven başına gidip, “İip, demii detir!” diye seslenenin ablam olduğunu söylediler.
Oysa bana merdiven başında sanki ablamla, “Sen seslenmeyeceksin, ben sesleneceğim,” diye itişip kakışırdık gibi de geliyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.