Gene Yalnızlık - Seçme Denemeler

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Gene Yalnızlık Türk Şiirinin ve öyküsünün önemli adlarının seçme eserlerini gençlerle buluşturan Doğan Kardeş Dizisi, iki yeni kitapla deneme türüne çağırıyor okurunu... “Cânım Efendim, Bilseniz ne kadar severim “cânım” demeyi. Ca’yı şöyle uzatarak... Kısaca söylemenin de bir zevki, bir tatlılığı vardır, bilirim, ama “caaanım” demek daha hoşuma gider benim. Nasıl anlatayım? daha bir âşıkça oluyor, hani “âşık” denince bir de şair anlaşılıyor, işte o mânada, daha doğrusu iki mânasıyla birden. Benim durup dururken: “Cânım...” dediğim de olur.

Gene Yalnızlık Türk Şiirinin ve öyküsünün önemli adlarının seçme eserlerini gençlerle buluşturan Doğan Kardeş Dizisi, iki yeni kit Divan edebiyatını ve özellikle 18. ve 19. yüzyıl Fransız edebiyatını çok iyi bilen Ataç gençlik yıllarında R. de Gourmont, Sainte-Beuve, E. Faguet ve Hazlitt’ten etkilendi. Montaigne, A. Gide, P. Léautaud’yu kendine çok yakın bulmuştur; Léautaud’nun uzlaşmaz tavrı ile Ataç’ın kavgacı kişiliği arasında benzerlikler görülür. Montaigne, La Bruyère, Ronsard, Voltaire, Hugo, Stendhal, Balzac, Gide, Mallarmé, Verlaine, Rimbaud, Valéry, yazılarında sık sık görüşlerine başvurduğu Fransız yazarlardır. Özellikle 1940-55 yılları arasında Türk edebiyatının en etkili eleştirmeni olan Ataç, Türk edebiyatında önceleri “fenomen”, giderek de tam bir “otorite” olarak anıldı. Dönemin genç şair ve yazarlarının hemen hemen tüm yazılarını, Ataç’ın ne düşüneceği, ne türden tepkiler vereceğini hesaplayarak kaleme aldığı, yayımladıkları yapıtları hakkında Ataç’ın değerlendirmesini bekledikleri söylenebilir. Ataç, sonunda, şiir, öykü ve oyun yazarlığıyla kavuşamadığı “ünlü olma” düşünü edebiyat ortamının en tepesine olanca karizmasıyla oturarak gerçekleştirmiştir. "Akşam", "Hâkimiyet-i Milliye" (daha sonra Ulus), "Cumhuriyet", "Milliyet", "Son Posta", "Haber", "Akşam Postası", "Son Havadis" gazetelerinde, "Yedigün", "Yeni Adam", "Yarım Ay", "Pazar Postası", "Seçilmiş Hikâyeler", "Ülkü", "Varlık", "Türk Dili" gibi dergilerde yazdığı yazılarla edebiyat-sanat ortamına yön vermeye çalıştı; gelenekle giriştiği savaşta genç şairlerin yanında yer aldı; özellikle 1945’ten sonraki yazılarında Türkçenin, Arapça-Farsça egemenliğinde kalan köhneleşmiş ve iletişim güçlüğü taşıyan yapı ve sözcüklerini reddederek, dildeki özleşmenin öncülüğünü üstlendi ve en ateşli savunucularından biri oldu.

Başta edebiyat-sanat olmak üzere, kültür ortamı ve giderek de tüm düşünce hayatının Doğu’dan kurtularak Batılılaşması, bu yolda, Batı yapıtlarının Türkçeye çevrilmesi; edebiyatın, geleneğin eski dilinden ve kalıplarından kurtularak yenileşmesi, genç sanatçıların desteklenerek toplumun benimseyip değer verdiği sanatçılar olarak tanınması, yeni sanatçılar yetiştirilmesine önayak olunması; genel anlamda edebiyat ve yazarlığın, süsten, yapmacık, özenti ve gösterişten arınarak, akıldan yana, açık ve anlaşılır bir kimlik kazanması; dilde özleşmesinin sağlanması ve Türkçenin benliğine kavuşturulması, yazı dilini konuşma dilinin imkânlarına açarak toplumun çeşitli kesimleri arasındaki iletişimsizlik engelinin aşılması; eleştirmenin, sanatçının kimi durumlarda sahip olamayacağı bilgi ve donanım eksiğini kapatarak ona yol ve yordam öğretmesi, “bilge” kişiliğiyle sanatçıya yol göstermesi, yazılarında sıklıkla savunduğu başlıca görüşler olmuştur.

İlk yazısının yayımlandığı 1921’den ölümüne kadar geçen 36 yıllık süre boyunca Ataç, başta şiir olmak üzere edebiyat, sanat, dil ve kültürün sorunları dendiğinde akla ilk gelen isim; görüş, düşünce ve tepkileri merakla beklenen tek kişi oldu. İlgi alanlarının çeşitliliği ve birikimindeki zenginlik göz önünde bulundurulduğunda asıl kimliği “kültür insanı” olarak belirginlik kazanan Ataç, dilden uygarlığa, ne kadar geniş bir çerçevede yazmış olursa olsun, onu oluşturan kimlikteki ağırlıklı pay edebiyatındır. Çağdaşlaşma ya da dönemin geçerli kavramlaştırmasına uygun olarak Batılılaşmanın yanında yer almış, edebiyattaki yeniliklerin en çetin savunucusu ve izleyicisi olmuştur. Özellikle, Garip şiirinin, eski şiirin kalıplarını kırmak, söz sanatlarını reddetmek ve Türk şiirinde serbest vezni egemen kılmak biçiminde yansıyan yenilikçi girişimini, peş peşe yazılarla, söz konusu akımın şairlerinden bile daha coşkulu bir tavırla savunmuş, Garip ya da Birinci Yeni akımının en büyük destekçisi olmuştur. Bunu, divan şiirinin “hazzı”na varmış, yazılarında sık sık divan şiirinden alıntılara yer veren bir kişi olmasına ve “yeni şiiri” pek de anlayamamasına rağmen yapar. Bir yandan divan şiirini saygıyla anıp överken, öte yandan bu şiirin çağı karşılayamayacağını söylemekten de geri durmaz. Divan şiiri sevgisini işlediği kimi yazılarında Fuzuli, Baki, Şeyh Galip, Nedim ve Naili gibi şairlerin büyüklüğünü vurgulamıştır. Ancak divan şiirinden sonraki dönemler (Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti), Yahya Kemal ve Ahmet Hâşim’e kadar, boş bir bocalama evresidir. Ahmet Hâşim’i Batı şiirini Türk edebiyatına getiren ilk modern şair olarak değerlendirir. Yahya Kemal’e duyduğu hayranlığa rağmen “yeni şiir”in yanında yer alır; çünkü varoluşunu çağdaş, yenilikçi aydın kimliği belirlemektedir. Öyle ki, daha sonraki yıllarda “Garip Şiiri”ne bir tepki olarak gelişen İkinci Yeni akımının öncü örneklerini bile, söz konusu şiirlerdeki duyarlığı paylaşamamasına rağmen, girişimlerini övecek; İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden Turgut Uyar’ı, ilk kitabı "Arz-ı Hal"in “önsöz”ünü yazacak ölçüde gönülden destekleyecektir.

Türk edebiyatında, modern anlamda deneme türünde ürün veren ilk yazar olarak kabul edilen Ataç’ın seçmelerini zevkle okuyacaksınız.apla deneme türüne çağırıyor okurunu.

Kedi

Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demiyeceğim; ama ben, kedi sevmiyenlerle anlaşamam. “Kiminle anlaşırsın ki!..” diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım. Artık etmiyeyim, insanın yaşarsa arıyacak, ölürse rahmetle anacak eşi dostu, gücendirmediği, kırmadığı birkaç kimsesi bulunmalı diyorum, olmuyor. Öyle dediğimin ertesi günü, ne ertesi günü? yarım saat sonra, en canciğer dostumla bir çekişme, bir kavga, aramızda kan dâvâsı varmış gibi düşman oluyorum. Bakıyorum, arkadaşlarım geçimsiz insanlar değil, biribirleriyle dargınlık, küskünlük çıkardıkları yok, her dedikleri bir olmasa bile o ayrılıkları gözlerinde büyütmüyorlar. Tek tatsızlık çıkmasın diye biribirleri uğrunda en köklü sandığınız düşüncelerini feda ettikleri de oluyor. İyi ediyorlar: dünyada düşünce çok, değiştir değiştir kullan; dost bulmak zor. Şaka söylüyorum sanmayın, sahi diyorum. Bir kimse ile bir işiniz çıksa, şiir, musiki üzerine, ne bileyim, herhangi bir şey üzerine neler düşündüğünü mü sorarsınız, kiminle düşüp kalkıyor, onu mu? Kendimizi aldatmıyalım, düşünceye öyle büyük bir değer verdiğimiz yoktur, hayatta bir süs, bir eğlencedir, olsa da olur, olmasa da... Ben de arkadaşlarıma benzemek isterdim; elimde değil, kimse kimsenin huyunu değiştiremiyor, hele kendininkini hiç değiştiremiyor. Ama, iyi bakarsanız, çekişmek, kavga etmek de gene anlaşmağa çalışmaktır. İnsan karşısındakini yola getireyim der de onun için söyler durur. Biri kediden hoşlanmadığını söylerse sesimi çıkarmam, başka bir yerden açarım.

Bütün çocukluğum kediler arasında geçti. Annem, babam, kardeşlerim, hepimiz kediyi severdik. Büyük büyük bahçeli evlerde otururduk, yirmi beş, otuz kedimiz bulunurdu. Martta, kabakta doğurdular mı, sanki düğün ederdik. Lohusa şerbeti kaynar, al basmasın diye sepetlere kırmızı kurdeleler bağlanır, küçük küçük altınlar takılırdı. Yavrulara ad arardık. Bir tanesi ölünce, içimize dert olurdu. Öyle gömmeğe falan kalkmazdık, herkes gibi biz de çöp arabasına atardık ama arkasından ağlardık... Bunun için olacak, kedisiz bir insanlığı aklım almıyor. Şimdi bahçesiz, deliksiz apartıman dairelerinde kedi beslenmiyor da bir eksiklik duyuyorum.

Kedi akıllı hayvandır demiyeceğim. Ama aptal da değildir. Köpek gibi insanı ille anlamağa, az çok insanlaşmağa çalışmaz. Eve girip çıkmak için, yiyeceğini bulmak, istemek için, hâsılı yaşaması için ne lâzımsa onu öğrenir. Yetmez mi? Biz insanlar her şeyi akılla ölçmeğe kalkıyoruz. Doğru, insan için akıl lâzım, zaten hayvanlar içinde aklını en çok işletebilen odur. Köpek nasıl koku almasiyle yaşarsa insan da düşünmesiyle yaşar. Ama insanlara vergi olan bir şeyi niçin hayvanlarda da aramalı? İnsanın aptalından nasıl hoşlanmazsam hayvanın akıllısından da öyle hoşlanmam. Hayvan hayvanlığını bilsin, elinden geliyorsa hayvanlığiyle övünsün, daha iyi... Ama övünmek de insanlara vergidir.

Kedi ne biçimli, ne güzel hayvandır! Yalnız irilerini, koca koca tüylülerini demek istemiyorum, en çalımsızında, hastalıklısında, sakatında bile bir zariflik vardır. Hele temizlenmesine bayılırım. Hani ön ayaklarından birini şöyle yana sarkıtıp da göğsünü yalaması vardır, baktıkça içim açılır. Sonra iğrenmiş gibi, titizlenmiş gibi gözleri bir tuhaf bakarak dilini bir de sırtına vurur... Ufacık bir lâstik top, daha iyisi takır tukur yuvarlanan bir ceviz arkasından sırtını kaldıra kaldıra koşan kediye ne buyurulur? Bundan daha hoş bir şey biliyor musunuz?.. Yemeğin tadını çıkarır. Hırlıya hırlıya, bir parçaya da elini atarak yemesi eğlencelidir; ama ben asıl uslu uslu, başını eğip gözünü kapatarak yemesini severim. Gözlerini kapaması bana hazzındanmış gibi gelir. Belki gerçekten de öyledir. Benim bir kedim vardı, kavun yerdi. İlk görünce biz de şaştık. Evin işlerine bakmağa yeni bir kadın gelmişti, ona söylemeği unuttuk; kadıncağız bir gün kavun keserken kedi gelmiş, sürünmüş, kendi dili ile istemiş, rica etmiş. Aldırılmadığını görünce bir sıçramış, kadının kolunu boydan boya yırtmış, bir dilimi aşırmış. Şıpır şıpır bir ses çıkararak ne tatlı yerdi... Köpeğin yemesi gürültülüdür; hele lâklâk su içmesine hiç bakamam, sinirlenirim. Kedinin sessiz sessiz yiyip içmesi uzun uzun seyredilebilir. Kedi en umulmadık şeyleri yer, zeytinden hoşlananı çoktur, çukulata meraklısını da gördüm. Salataya alışanı da olurmuş, ama ben rastlamadım. Birinin huyu birine benzemez ki! Asıl sevdiğim tarafı da belki odur. Kedidir, bütün kediler gibidir, ama ötekilerden ayıran, yalnız kendinde görülen huyları da vardır.

Kedi için hayındır derler. Yemek yerken gözlerini kapaması da, kendine edilen iyiliği bilmemek içinmiş. Hiç hazzetmem öyle sözlerden. İnsanoğlunun kendini gözünde ne kadar büyüttüğünü, kediye bir lokma yemek vermesini de büyük bir iyilik sayıp karşılık beklediğini gösterir. Biraz da karşılık beklemeden bir iş görmeğe, ettiğiniz iyiliği iyilik saymamağa alışın. Kedi size bağlanacak, minnettar olacak da ne çıkacak? Oynamasını seyrediyorsunuz, siz de onunla oynayıp eğleniyorsunuz; okşuyorsunuz, yumuşacık tüyleri elinize zevk veriyor. Daha ne istersiniz? Bir de kediden ille bir fayda mı gelecek? Ben “avcı” olmasını da pek istemem; fare, sıçan peşine düşmekten eğleniyorsa keyfi bilir; ama ta yanıbaşından geçen sıçana da aldırmasın, gene kızmam. Hayın da değildir, kendini seven insana bağlanır. Bir tanesini söylerler: yavrulamış, yavruların gözleri açılınca ağzında birer birer getirip hanımının önüne koymuş. Sevgisini daha nasıl göstersin? Çok kıskançtır, üzerine ortak gelmesini istemez. Bu da hayın olmadığını, bir insana gerçekten bağlandığını göstermez mi? Biz, hayvanlar bizi ille büyük görsünler, biz onları sevsek de, sevmesek de, eziyet de etsek onlar bizi saysınlar istiyoruz. Hep insanın kendini beğenmesi. Kedinin de sizin gibi kendi keyfini, kendi rahatını arar bir canlı varlık olduğunu, onun da kendisini hayvanların en üstünü sayabileceğini düşünün, artık ondan kulluk, kölelik beklemezsiniz.

Kedinin hayınlığı bizde şiire bile girmiştir. Tevfik Fikret’in “Zerrişte”sini bilirsiniz: bir kedisi varmış, nazlanır, etmediğini komazmış... Anlattığından belli, hayvancağız oynamak istermiş. Ama Tevfik Fikret o ukalâca, böbürlenen edası ile: “Benim bütün sevdiklerim işte böyle çıktı” diye yanıp yakınır.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.