Fotoğraflar Gösterir Ama...

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Fotoğraf sanatçısı / eleştirmeni Nazif Topçuoğlu'nun son kitabı Fotoğraflar Gösterir Ama… sanatçının daha önce Geniş Açı ve Sanat Dünyamız dergilerinde yayımlanan yazılarından oluşuyor. 29 yazının yer aldığı kitapta, dünyanın en pahalı fotoğrafının hikâyesinden ünlü film yönetmeni Michale Haneke'ye, Türk gazetelerinde çıkan haberlerden moda fotoğrafçılığına pek çok konu yer alıyor.

Beyin mi Yürek mi?

Düşünüyorum da, sanatsal bağlamda iki tür fotoğraf var beni heyecanlandıran, bende bir takdir duygusu uyandıran. Bunlar ya “keşke ben çekmiş olsaydım” dediklerim, ya da bana “fotoğrafın çekildiği sırada keşke orada olsaydım” dedirtenler. İlk grupta sanki daha çok biçim, düşünce, maharet, buluş içeren, bu yönlerden ilginç bulduğum görüntüler yer alıyor. Nasıl da akıl etmiş, nasıl da becermiş, ben bunu neden düşünemedim –veya– tam benim aklımdaki şeyi (veya daha iyisini) yapmış dediklerim. Burada oldukça mantıklı soğuk bir ‘gıpta ile bakıştan’ sözedebiliriz. Yapılmış, bitmiş bir işi mantıklı biçimde takdir edebiliyorum. Teknik olarak, düşünce olarak, benim tercih ettiğim, hoşuma giden beğendiğim konular, sorunlar, görüntüler var bu fotoğraflarda, onları ben çekseydim kendimi çok ‘başarılı’ sayardım. Mesela kimi Cindy Sherman fotoğrafı: 70’li yıllarda kendi görüntümü sinema karelerindeki standart tiplemelere benzeterek fotoğraflamayı düşünebilmiş olmayı ve bu fikri işleyip geliştirmeyi isterdim örneğin. Yahut 1900’lerde, Stieglitz gibi, dünyada ilk defa koca fotoğraf makinemle karlı sokaklarda at arabalarını çekmek ilginç olurdu. Diğer yandan, bugün bile, Muybridge veya Marey’nin Hareket Etüdlerine gıpta ve kıskançlıkla bakarım. Onları çekmiş olmayı ister(d)im ama o sırada orada olmak, yani aslında çekmeye uğraşmak da, o kadar kişiliğime uygun düşmezdi. İkinci grup ise, söylemesi tuhaf ama, görüntüsel niteliklerden çok içerik, konu, atmosfer, duygu yönlerinden etkiliyor beni. Tabii bu özellikleri sonuçta gene sadece fotoğrafı görerek anladığımı varsayıyorum. Fotoğrafın içinde geçmekte olan olay, fotoğrafın çekim ânı o kadar cazip, o denli insancıl bir alışverişin, bir ‘mutluluğun’ veya güçlü iletişimin kanıtı olarak algılanıyor ki, onun bir parçası olmak istiyorum. Küçük bir salonda yapılan entim bir müzik icrası gibi. Fotoğrafçı olmak, modeli olmak, o sırada orada onların yanında bulunmak istiyorum; bu insansız bir fotoğraf da olabilir, yanlış anlamayın. Edward Weston’un meşhur biberleri, deniz kabukları veya o sıradaki kimi sevgilisinin çıplak fotoğrafı, bence o kadar yoğun bir konsantrasyon ve alışverişin izlerini taşıyor ki; Weston bunları çekerken besbelli o kadar mutlu ve dünyayı umursamıyor ki, onun yerinde olmak, değilse bile (zaten mümkün değil) o sırada orada olmak isterim. O kadar ki, bu paylaşma duygusunun yanında, sonuçta ortaya çıkacak olan fotoğrafı sahiplenmek, hatta onun çekilmiş olması bile ikinci derecede önem taşır. Örnekse, işte Lewis Carroll’un kimi çocuk fotoğrafları. Önemli olan o ânın deneyimidir, fotoğraf olmasa da olur (ama vardır!?).

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.