Ezra Pound

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Konfüçyüs hayranı barış aktivisti, vatan haini, faşist ve şair... Yoksa akıl hastası mı?

Modernizmin en etkili şairlerinden Ezra Pound’un tartışmalı kişiliğine kayıtsız kalmak olanaksızdır. Cömert editoryal katkılarıyla desteklediği şair ve yazarlar arasında Joyce ve Eliot gibi dev isimler vardır. Pound olmasaydı modernizm edebiyatta bunca etkili olmayabilirdi. “Şairler şiirleriyle düşünürler; şiir aynı zamanda tarih ve dünya hakkında düşünmenin bir biçimidir” diyen Alec Marsh bu kitapta Pound’un yazılarını, mektuplarını, şiirlerini ve başyapıtı “Kantolar”ı bu düşünme biçiminin örnekleri olarak ele alıyor.

Pound’un yer yer karanlık yapıtını olduğu kadar, çoğu kez öfke uyandıran görüşlerini, siyasi tavrını ve kişiliğini de bizler için “anlaşılır” kılıyor. Zaman Pound’un siyasetini mahkûm etti ve onunla birlikte şiirin çoğu da gitti. Bunun başlıca nedeni şiirinin başarısız olması değil, okurların Pound’u anlamaya daha az hevesli olmalarıdır, çünkü ne bulacaklarından korkmaktadırlar.

Şiir ve Politika

Şair Richard Eberhart, 1949’da yayımlanan “Ezra Pound’un Yeni Kantoları” başlıklı eleştirisinde “Kantoları siyasi, ekonomik ya da sosyolojik manifestolar olarak okumak yerine... bu çalışmaya şiir olarak yaklaşmak gereklidir ve [böylesi] daha tatminkârdır. Elli yıl içinde siyaset gidecek, şiir kalacaktır” demiştir (EPCH, s. 375). Söz konusu elli yıl artık geçmiştir. Ancak ne yazık ki görünüşe göre bu yarım yüzyıl şiiri götürmüş, siyaseti bırakmıştır. Ezra Pound’un kim olduğunu sorun, çoğu kimse bir faşist ve Yahudi düşmanı olduğunu söyleyecektir.

Ama şiire önem veren hatta şiir yazan birine sorun, muh­temelen Pound’un aynı zamanda büyük bir şair olduğunu öğ­renirsiniz. Çoğu zaman sanatçıların fildişi kulelerinden çıkıp dönemin meseleleriyle ilgilenmelerini isteriz. Ancak, eğer Pound siyasetle ilgilenen bir şair ve kamusal aydın modeliyse belki de ne istediğimiz konusunda dikkatli olmalıyız. Zaman Pound’un siya­setini mahkûm etti ve onunla birlikte şiirin çoğu da gitti. Bunun başlıca nedeni şiirinin başarısız olması değil, okurların Pound’u anlamaya daha az hevesli olmalarıdır, çünkü ne bulacaklarından korkmaktadırlar. Pound’un eserlerinde karanlık yerler vardır el­bette. Fakat ışık saçan gerçekler de vardır. Pound, Konfüçyüs’ün dört kitabından üçünü tercüme etmiştir; onu Konfüçyüsçü bir şair olarak adlandırmak yerinde olacaktır. Mistik bir yönü ve –çok Amerika ’ya özgü olsa da– belirgin bir mizah anlayışı vardır. İngiliz şair Basil Bunting, Pound’un anıtsal (800 sayfa) epik şiiri Kantolar’ı bir defasında Alplere benzetmiştir. Alpler gibi “Kantolar” da güzel olduğu kadar haşindir. Zordur, fakat sebat edenlere muh­teşem ödüller sunar.

Pound’un hatalarını bulmak zor değildir. 50’li yaşlarında bankerlerin, spekülatörlerin, Yahudilerin ve Komünistlerin kurduğu bir komplonun dünyayı yıkıma götürmekte olduğuna inanmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın gelip çatması Pound’un en kötü korkularını doğrular gibiydi ki düşüncelerini savaş esnasında Roma Radyosu’nda açık açık ifade etti. Bu konuşmalar yüzünden 1943’te vatana ihanetle suçlandı. Açıkçası, konuşmalarının çoğunda şiddetli antiSemitizm vardı, fakat Pound hiçbir zaman yargılanmadığı için vatana ihaneti hiçbir zaman kanıtlanamadı. Bunun yerine hiçbir suçla suçlanmadan 13 yıl boyunca Amerikan hükümetinin idaresindeki bir akıl hastanesinde tutuldu. Pound’un siyaseti için ne düşünürsek düşünelim, o bunların bedelini ödedi. Tahmin edileceği gibi, (Pound’un deyişiyle) “deliler evi”ndeki dönemi onu siyasi açıdan pek de hoşgörülü kılmadı. Tam tersine, ABD’de aşırı sağ siyasetle meşgul oldu; vatanperver bir Soğuk Savaşçı* ve Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin Anayasa’yı radikal bir biçimde yeniden yorumladığı bir dönemde söz konusu Anayasa’nın kuvvetli bir savunucusu oldu. 1950’lerde Amerika daha adil ve ırksal açıdan daha az bölünmüş bir toplum olmak için çabalarken, birçok aşırı muhafazakâr gibi Pound da Amerikan yaşam biçimini baltalamayı amaçlayan bir komünist komplonun varlığına inanıyordu. 1958’de İtalya’ya gönderilmesinin ardından bozuk sağlığı ve kendinden şüphe etmesi onu dehşet verici bir sessizliğe itene dek birkaç yıl daha enerjinin tadını çıkardı. Şiir yöntemlerinin kabul gördüğünü, taklit edildiğini ve övüldüğünü görmeye ömrü yetti; çalışmalarının siyasi ve ideolojik içeriğinin yok sayılması ya da yerinde psikolojik tabirle “bastırılması” bile buna engel olamayacaktı. Ezra Pound, 1972’de Venedik’te 87 yaşında öldü. Bu satırlar yazılırken, görünüşe göre Pound’un siyasetinin özü –son derece kolayca “faşizm” olarak adlandırılan görünüşteki etkileri ya da antiSemitizmi değil, Konfüçyüsçü olmak isteyen özü– bize daha iyi, daha sürdürülebilir bir yaşamın yolunu göstermektedir. Bizzat ABD’nin zaman zaman faşist bir devlet gibi davrandığı bir dönemde Pound’u tutucu politikası için düşüncesizce kınamak, kötü niyetli bir eylemdir. Hataları gerektiği gibi dikkate alınmıştır, Pound övülmese bile saygı görmelidir. Hepsinden önemlisi okunmalıdır.

Peki ne olmuştu? Ezra Pound’un tüm okurlarının cevap istediği sorular: Böylesi büyük bir modern sanatçı o kadar tutucu görünen görüşleri nasıl benimseyebilmişti? Pound, Amerikan hükümeti­nin iddia ettiği gibi bir vatan haini miydi? Gerçekten deli miydi? Eğer öyleyse ne kadar deliydi ve bu durum ne zaman başlamıştı? Ekonomiye dair radikal, “tuhaf” fikirleri vardı; bunlar ne kadar geçerliydi? Hepsinden önemlisi, yaşamının defalarca kanıtladığı gibi böylesi iyi ve cömert bir adam, adını çoğu kimsenin zihninde “faşizm” ve “antiSemitizm”le eşanlamlı kılan öylesine hararetli nefretlerin kontrolüne nasıl girebilmişti? Son olarak, şiir ve politi­ka arasındaki uygun ilişki nedir? Şairler, W. H. Auden’in nasihatini dinleyip “şiir hiçbir şeyi gerçekleştirmez” sözünü mü kabul etme­lidirler? [Şiir] “İdarecilerin asla kurcalamak istemeyecekleri / söz­lerinin vadilerine mi”2 çekilmelidir? Yoksa şiir, varlığın anahtarını elinde tutan temel söylem midir? Bu kısa Ezra Pound biyografisi, bu hayati sorular üzerine düşündürmeye çalışmaktadır.

Londra’da Bir Baltaya Sap Olmak

Pound’un Londra’daki edebiyat çevrelerinde kabul görme konusundaki cesareti ve başarısı hayret vericidir. Ağustos 1908’in sonunda “A Lume Spento”nun birkaç nüshası, Venedik’te yazdığı şiirlerden oluşan “San Trovaso Notebook” ve kısa sürede şehrin üstesinden geleceğine dair tuhaf bir özgüvenle donanmış halde şehre geldi: “Sevgili Baba” diye yazıyordu, “Bu lanet olası köyde başarılı olacağıma dair aptalca bir hissim var” (EPHP, s. 128). Parası yoktu fakat sahip olduğu değerli akademik öğrenim, çalışanlara yönelik bir nevi yerel yüksekokul olan Regent Street Polytechnic Institute’da okutmanlık bulmasına yeterli olmuştu. Sabırlı babasından gelen aylık 4£ (19,36$) tutarındaki para havalelerine bağımlıydı; ve daha yıllarca bağımlı olmaya devam edecekti.

Bir yıl içinde İngiltere’nin edebiyat camiasındaki en önemli iki kişiyle tanışıp arkadaş oldu: W. B. Yeats ve Ford Madox Hueffer. 1911’de parlak A. R. Orage’ın yönettiği edebiyat dergisi “The New Age”e düzenli olarak yazmaya başladı.

Yeats öteden beri Pound’un başlıca gayesi olmuştu. Mart 1909’da Olivia Shakespear’in evinde tanıştılar. Kendisi de romancı olan ve sanatçıları destekleyen Bayan Shakespear, Yeats’in çok yakın arkadaşı ve eski sevgilisiydi. Kızı Dorothy, sık sık çaya gelen egzotik Amerikan şairine [Pound] kısa zamanda vuruldu.

Pound’dan yirmi yaş büyük olan 43 yaşındaki Yeats bir geçiş dönemindeydi. Yakın dostu J. M. Synge bir ay önce ölmüştü ve Yeats kendini yargılıyor, Synge’in ölümünün anlamıyla baş etmeye çalışıyordu. Synge ne kadar narinse genç Pound da o kadar canlıydı; Olivia Shakespeare’in yörüngesinde belirmesi Yeats’e alınyazısı gibi görünmüş olabilir. Pound, Yeats’in pazartesi akşamlarına katılmaya davet edilmişti; kısa süre sonra Ezra, “Master” sigaraları ikram edip kadehlere ucuz şarap koyarken şiir sohbetlerine hükmediyordu. Ezra bir yıl içinde babasına gururla şöyle yazacaktı:
“Yeats benimle ilgili hoş şeyler söylüyor... ‘Daha genç (şair) nesli yok. E. P. emsalsiz bir volkan’ diyor.” “Kafiyeyi bir amatör gibi yazsa da ritmi bir usta gibi yazıyor.” [diyor]. Yeats, Pound’un kulağına güveniyordu ve Pound’un şiirleri hakkında yorum yapmasına hatta bazen onları iyileştirmesine izin veriyordu. Pound, bunun karşılığında Yeats’ten yeni bir sertlik öğrenmişti. Her iki şairin şiirleri de daha keskinleşti. Symbolisme’in hülyalı çağrışımsallığını, Ezra’nın deyişiyle “daha sert ve daha akla yatkın... rahatsız edici derecede açık” bir şey için gözden çıkarıyorlardı (LE, s. 12).

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.