Denizlerimizde Rüzgâr

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Kıyı bucak gezmeye götüren, hava almaya çıkaran, esintili ama dingin bir demet öykü: “Dünyanın Muhteviyatı”ndaki hayattan kopuk heykeltıraş, “Isırma Korkusu”ndaki insanları ısırmak isteyen adam ve başka tuhaf insanlar… Kıpırtıları ve göze çarpanları kurcalayan Tuncer Erdem, dinlediği, izlediği, renklendirdiği meraklı bir dünyadan resimler veriyor Denizlerimizde Rüzgâr’da.

Denizlerimizde Rüzgâr

Koltuğa oturmadan önce elindeki soğuk biradan aceleyle bir yudum alıp dudağına bulaşan köpükleri sildikten sonra, televizyonun karşısına kuruldu. Birazdan onun programı başlayacaktı: Hava Durumu. O cıvık diziler, eğlence programları ve donuk akşam haberleri bittikten sonra gerçek eğlence başlardı onun için. Hiçbir şeyin bu keyifli anları bozmaması için televizyonun sesini iyice açar, herkesi susturur, pür dikkat hava durumunu izlemeye koyulurdu.
Kıble ve keşişlemeden dört ya da beş kuvvetinde esen rüzgârlar, karla kaplı köyler, otoyollar, heyelan nedeniyle ulaşıma kapalı olan dağ geçitleri, gökgürültülü ve sağanak yağışlar, mutedil dalgalı ya da hafif çalkantılı denizlerimiz... Bunların tümü, onu bilmediği diyarlara götüren büyülü yolculuklar için anahtar kelimelerdi. Hava durumunun “Denizlerimizde Rüzgâr” bölümünde haritanın mavi kısımlarında salınan yelkenliler keşke hep salınsaydı. Keşke yurdumuz daha geniş, denizlerimiz yollarımız daha çok olsaydı da, bu kadar kısacık zamanda onların durumu anlatılamasaydı.
Ama o tatlı anlar işte yine bitmişti. Haberlerin bitiş müziği çalarken televizyonu kapattı. Batı denizindeki küçük adaların gökgürültülü sağanak yağıştaki puslu halini, akşam karanlığı çökerken yengeçlerin kayalıklarda ortaya çıkışını hayal ederken mutfaktan karısının sesi duyuldu. Ne dediğini anlamadı. Hava durumunun yarattığı keyif hali hâlâ üzerindeydi. Yalpalayarak mutfağa yöneldi. Mutfaktan gelen nefis yemek kokuları bu akşam misafirleri olduğunu hatırlattı ona. Karısı da zaten bu akşam gelecek misafirler için taze barbunya almasını istiyordu. Hava durumunun bitmesini beklemişti. Ama misafirlerin gelmesine fazla bir zaman kalmadığından taze barbunya bir an önce alınmalıydı. Tam mevsimiydi ve tepsi böreğinin yanında barbunya iyi giderdi.
Ayakkabılarını giyip dışarı çıktı. Yanına cüzdan almadı. Cüzdanın içinden barbunyaya yetecek kadar kâğıt para, biraz da bozukluk alıp cebine tıkıştırdı. Hava durumu bu akşam hava sıcaklığının mevsim normallerinin altında olacağını söylemişti. Omuzlarına ince bir kazak aldı.
Sokağın köşesindeki manavda barbunya vardı, ama bu adam genelde pahalı satardı. Manavdan alışveriş yapacakmış havası yaratmadan, oradan öylesine geçiyormuş gibi yapıp yan gözle barbunyanın fiyatına baktı. Tahmin ettiği gibiydi. Zaten bu kış sert geçtiğinden sebze meyve fiyatları almış başını gitmişti.
Bir manav da rıhtıma çıkan dar sokakta vardı. Bazı şeyleri onda daha ucuza bulduğu olurdu. Önceki manavın önünden geçerken takındığı, "aceleyle yoldan geçen adam" rolünü bırakıp denize çıkan dar sokağa doğru yürümeye başladı. Denize yaklaştıkça akşam serinliğini daha çok hissetmeye başladı. Üzerine aldığı kazağı giydi. Kazak giymek hiç sevmediği bir işti ama hasta olmamak için kaçınılmazdı. Her kazak giyişinden sonra sersemleyip birkaç dakika kendine gelemezdi. Çıkarması da ayrı dert. Kazağı kafasından geçirdikten sonra toparlanmak için kaldırımda biraz bekledi. Bozulan saçlarını ve gözkapağına doğru düşen kaşlarını düzeltip yola devam etti. Yandaki binaların evlerinden sızan yemek kokuları evdekinin tersine hiç de güzel gelmezdi ona. Yemek kokularını geride bırakıp denizin kokusunu içine çekerken rüzgârın kıbleden mi, keşişlemeden mi estiğini anlamaya, kuvvetini kestirmeye çalıştı.
Dar sokaktaki manavın kepenkleri kapalı gibiydi. İnanmak istemedi. Manavın önüne kadar gelip, sanki adamın içeriden fırlayıp ona bir kilo taze barbunya tartmasını sağlayacakmış gibi, kepenkleri yokladı, salladı, kilidi kontrol etti. Hayal kırıklığına uğramıştı. Etraftan gelip geçenlerin bu davranışı garipsememesi için, bir yandan da anlaşılmaz şeyler mırıldandı. Ama adam dükkânı kapamıştı işte. Kapamıştı lanet olası. Halbuki bu saatlerde hep açık olurdu. Bugün erken gideceği tutmuştu demek ki.
Birden aklına rıhtım caddesindeki büyük manav geldi. Onun da pek ucuzcu olduğu söylenemezdi ama artık geri dönüp öteki manavdan alamayacağına göre, ucuz pahalı demeyip bir kilo barbunyayı oradan alacaktı. Zaten misafirlerin gelmesine de pek bir şey kalmamıştı.
Geniş rıhtım caddesine çıktı. Alacakaranlıkta ışıklarını yeni yeni yakmaya başlamış arabalar usulca gidip geliyorlardı. Manav yolun bu yanındaydı ama şöyle bir karşıya geçip deniz kıyısında suyun yüksekliğine bakmak istedi. Bu aralar gelgit olmalıydı. Bugün kıyıdaki kayalarda bir nirengi noktası alır, yarın da gelip suyun yüksekliğinde ne kadar fark olduğuna bakarak bir karşılaştırma yapardı. İki dakikadan fazla sürmezdi. Hem bu arada şansı varsa belki bir iki yengeçle martı da görürdü.
Bir anda yaya geçidine kendini bırakıp bir koşu karşıya geçti. İlk iş kıyıya kadar gelip şöyle bir denize baktı. Hafif çırpıntılıydı. Rüzgâr üç ila beş kuvvetindeydi. Gelgit nedeniyle sular biraz çekilmiş, kayaların yeşil yosunları ve midyeleri ortaya çıkmıştı. Rıhtım boyunca kıyı balıkçıları vardı. Şemsiyelerinin altında kimi küçük taburelerinde, kimi ayakta huzur içinde bekliyorlardı. Uzaktan akşamın alacakaranlığında pırıl pırıl parlayan ak bir yelkenli süzülüyordu – tıpkı “denizlerimizde rüzgâr” bölümünde olduğu gibi. Karşı yönden gelen bir taka kıyıya çok uzak olduğu halde deniz onun tor torlarını kıyıya kadar taşıyordu. Deniz havasını bir daha içine çekti. Uzakta kızıllaşan göğün bittiği noktaya yığılmış bulutlardan şekiller çıkardı. Şu şilebin arkasında dörtnala giden kanatlı bir at vardı. Yelkenlinin tepesindeki, saçları savrulan bir kadın başı.
Yandaki yaşlı balıkçının kolunu dürtmesiyle irkildi. Adam yiyecek bir şeyler alıp dönene kadar oltayı tutmasını istedi. Olta zaten sudaydı. Yem üzerindeydi. Yapması gereken tek şey, şamandırayı gözünü ayırmadan takip edip, sallanmaya başlayınca oltayı sarmaktı. Adam gitti. Omuzlarındaki büyük sorumluluğun bilinciyle gözünü beyaz şamandıraya dikip sallanmasını bekledi. Arkasında arabaların homurtusu, şehrin, insanların uğultusu vardı. Ama onun şu andaki tek hedefi sessizliğin içinde yüzen küçük bir şamandıraydı. Dikkatini dağıtacak şeylerden kaçınmalıydı. Oltayı daha sıkı kavradı. Kolu biraz çevirip oltanın iyi çalışıp çalışmadığına baktı. Ve şamandıra aniden dibe battı. Yukarı çıktı, yine battı, çılgın gibi sallanıyordu. Oltayı çevirme zamanı gelmişti. Dönen milin çıkardığı melodik ses hava durumunun müziği gibiydi. Denizlerimiz rüzgârlıydı. Rüzgâr kuzey ve keşişlemeden dört ila beş kuvvetinde esiyordu. Balık avı mevsimi açılmıştı. Denizcilerimize duyurulurdu.
Çok geçmeden kara suyun üzerinde oltayı derinlere doğru çekmeye çalışan ışıltılı bir şey göründü. Arkadaki binalardan sızan ışıklar balığa karanlık içinde daha da ihtişamlı bir görünüm veriyordu. Balığı kıyıya çok yaklaştırmışken oltanın sahibi yaşlı balıkçı da geldi. Elindeki sandviçi hemen çantasına atıp yardıma koştu. Karanlık sulardan gelen bu canlı ışıltıyı el birliğiyle kıyıya aldılar. Gerisi yaşlı balıkçının maharetli ellerine kalmıştı. Balığı oltadan çıkarmak, kovaya atmak ve oltaya yeni bir yem takıp denize savurmak.
Ellerini kokladı, deniz kokmuştu. Oltayla ellerine bulaşan sudan, yosun, balık ve yengeç kokusu gelmişti.
Ansızın kulaklarına uzaklardan tanıdık bir ses çalındı. Karısının sesi. Karısının ağlamaklı, telaşlı sesi. Yanında da o akşamki misafirlerinin sesi. Yolun karşı tarafına baktı. Karısının, misafirlerinin ve iki polisin de içinde olduğu bir grup, etrafı araştırarak, telaşlı telaşlı konuşarak o tarafa geliyorlardı. Bir an belki kendisini değil de taze barbunyayı aradıklarını düşündü. Belki de barbunyayı onlar almıştı da aramasın diye ona haber vermeye geliyorlardı.
Bu varsayımların saçmalığını anlar anlamaz, ani bir kararla suya çivileme atladı. Buralara sık sık gelip denize baktığından nerelerin kayalık nerelerin derin olduğunu bilirdi. Karanlık ve serin sulara bir an gömüldü. Yukarı doğru çıkarken keşke kazağı almasaymışım diye düşündü, ıslanınca üzerinde ağırlık yapacaktı. Suyun üzerine çıktı, burnunun üzerine takılan bir yosunu alıp denize fırlattıktan ve ağzına giren suları püskürttükten sonra en yakındaki kayaya tutundu. Yandaki yaşlı balıkçı çıkan gürültüden rahatsız olduysa da biraz önce yakalanan büyük balığın yüzü suyu hürmetine ses çıkarmayıp yüzünü ekşitmekle yetindi. Adamın bu tuhaf davranışının nedenini hiç mi hiç merak etmeden, oltasını ve taburesini biraz öteye çekti. Hiçbir şey olmamış gibi şamandırasına bakmaya devam etti.
Adam kaygan kayada tutunacak bir yer bulmaya çalışırken bir yandan da midyelerin elini kesmemesi için dikkatli olmalıydı. Bu arada ayakları da dipte bir yer bulmuştu kendine. Şimdi tek yapacağı yukarıdaki seslerin öte tarafa geçmesini beklemekti. Karanlık suyun içinden titrek bir ışıltının süzüldüğü beton rıhtıma baktı. Yaşlı balıkçı biraz ileride soldaydı. Sırtına gelip geçen arabaların ışıkları çarpıyordu. Biraz önceki tanıdık sesler ve gölgeler yaklaşınca bacaklarını büküp suya biraz daha gömüldü. Şimdi suyun dışında elleri, ve başının burnundan yukarısı bulunuyordu. Yukarıda da bulutlar vardı – ve tabii başka şekiller de: kıvrılmış bir kılıçbalığı, yanında da uçan bir şal.
Gölgeler geldiler. Bellerinden yukarısını gördü. Oradan geçerlerken karısı gözyaşları içinde, yaşlı balıkçının kovasındaki balıklara bir göz attı. Polisler sanki onun ayak izlerini bulmaya çalışıyormuş gibi yere dikkatle bakıyorlardı. Ve gittiler. Sesler uzaklaşmaya başladı. Karısının hüzünlü yüzü yüreğini burkmuştu.
Büktüğü bacaklarını doğrulttu. Beton rıhtımdan tutunacak bir oyuk bulup, ayağını kayanın üzerine atarak bir hamlede yukarı çıktı. Birden betona bir şırıltı boşaldı. Ağırlaşmış giysileriyle ve uyuşmuş bacaklarıyla ayağa kalkmakta zorlandı. Doğruldu. Titremeye başladı. Ellerini araba ışıklarına siper edip biraz önce gidenlere bakmaya çalıştı. Epeyi uzaklaşmışlardı.
Karısına böyle uzaktan bakarken boğazı düğümlendi. Sanki ikisi de ayrılıp uzun bir yolculuğa çıkıyorlardı ve uzun zaman görüşmeyeceklerdi. Ayakkabılarını ve çoraplarını eline alıp ters yöne doğru koşmaya başladı. Üzerinden akan sular geçtiği her yeri belli ediyordu. Üşüyordu. Denizlerimizde rüzgâr şiddetlenmişti. Kıyı balıkçıları yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı. Eve dönünce ilk işi cezveye limonlu bir adaçayı koyup karakolu aramak olacaktı.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.