Dede Korkut (küçük boy)

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Çocukluğunda “Dede Korkut” adını duymamış olan yoktur.

O yaşlarda hakkında fazla bir şey bilmediğimiz ya da öğrenmediğimiz Dede Korkut, Türklerin gelenek ve göreneklerini, yaşama biçimlerini, değer yargılarını yansıtan hikâyelerin anlatıcısı, derleyip toparlayıcısı olan bir Türk “ata”sıdır.

14. ve 15. yüzyıllarda yazıya geçirilen, ama öncesinin çok ötelerde olduğu bilinen bu hikâyelere “destan” da denilmektedir.  Dildeki yalınlık ve açıklık, anlatımındaki akıcılık, bu yapıtın bugünlere ulaşmasını sağlamıştır.

Doğa sevgisi, insanca olan her şeye verilen değer gibi evrensel temaların yanında, hikâyelerin her satırına ozanca bir duyarlık da sinmiştir.

Özgün adı Kitâb-ı Dedem Korkud alâ Lisân-ı Taife-i Oğuzân olan bu başyapıt, Adnan Binyazar tarafından yalınlaştırılıp genç okurlarımıza kazandırıldı.

Karlı dağları, serin suları aşarak Kırkgöz Ocağına kutsal emanetiyle ulaşan Bünyamin ölüyü Ocağın avlusunda bir uzun masa gibi duran mavi çinkeden binek taşının üstüne koydu. Kendisi de boyun kırarak ölünün karşısında el bağlayarak kıyama durdu. Ve gün ışır ışımaz dağlardan, koyuklardan insanlar Kırkgöz Ocağına akmağa başladılar. İlk önce geyikler çobanı her iki avcunda hiç sönmeden yalımlar yanan Mülayim geldi. Anacık Sultanın ölüsü karşısında niyaz edip el bağladı. Mülayimden sonra şu koca dağların arkasındaki Fırat suyu kıyılarından Ağu İçen Ocağının yüz yaşındaki dedesi Balım Dede geldi. Belinde kavalı, başında sikkesi, elinde on iki telli büyük sazı vardı. Ak sakalı göbeğine kadar inmişti. O da geldi geyikler çobanının yanında boyun kırıp el bağladı. Onun arkasından da güneyden, Akdeniz kıyılarından Dede Kargın Ocağının pirleri geldiler, kıyama durdular. Bunların hüneri, Akdeniz üstünde, tozlu yollarda yürür gibi yürümekti. Sonra Ege Denizi kıyılarından Bedrettinliler geldiler. Bunların hüneri, dağ olsun, kaya, çöl, kıraç toprak olsun yürüdükleri yerlerde binbir kokuyla kokan çiçekleri o anda yeşertmek, hem de katmer katmer çiçeklerini açtırmak, hem de dünyayı güzel kokulara boğmaktı. Bunların ardından Dersim abdalları geldiler, bunların hünerleri dille tarif edilmez, kaleme gelmez,kâğıda dökülmezdi. Bunların arkasından da Kırşehirden, Hacı Bektaş Ocağından erenler güvercin donunca geldiler, kümbetle binek taşı arasına üst üste, gün ışığını bile sızdırmayacak sıklıkta göğe kadar ak perde kurdular. Bütün bunların ardından da kılıç yutanlar, bedenlerini şişlerle delenler, ateşte yürüyenler, aslana binenler, cansız duvarlara binip yürütenler geldiler. Anacık Sultanın huzurunda el bağladılar, kıyama durdular.

Antepin demirci, Maraşın dokumacı, ayakkabıcı, Adananın pamukçu, Malatyanın kuyumcu esnafı da. Anadolu ’da ölümü duyan işiten bilcümle yâran da Anacık Sultanın ölüsü üstüne kar kıyamet demeden koşarak geldiler. Ve ak başörtülü, kara çatkı bağlamış, renk renk fistanlarıyla ortalığı renk cümbüşüne boğmuş kadınlar ölünün bulunduğu taşın yöresine halkalandılar. Yöreden duyan kadın kara çatkı bağlayıp, ak başörtülerini başlarına sararak, bayramlıklarını, düğünlüklerini giyinerek, incilerini, altınlarını, mercanlarını, göktaşı gerdanlıklarını, eski mezarlardan çıkmış boncuklarını, takılarını takarak ardı arkası kesilmeden geliyorlardı. Geliyor, halka olmuş kadınların arkasında bir halka da onlar oluşturuyorlardı. Halkalar gittikçe büyüyor, bütün avluyu dolduruyor, avludan dışarıya taşıyor, yandaki akarsuya, kümbete, aşağıdaki mor kayalıklara kadar büyüyordu. Erkekler, birkaç pirin, Mülayim ve Bünyaminin dışında halkaya girmiyorlar, uzaklarda, üst üste yığılmışçasına ayakta ta karşı doruğun yanına kadar yayılmışlar, sessizce bekliyorlardı.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.