Cumartesi

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Çağdaş İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından Ian McEwan, son romanı Cumartesi’de tek bir günde koca bir hayatı anlatırken dünyada olup bitenlerden kendimizi ne kadar soyutlayabileceğimizi de sorguluyor. Savaşların biri bitmeden diğeri başlarken, dünyanın her yerinde kan dökülmeye devam ederken, nedensiz bir şiddet eyleminin gelip sizi bulmayacağının garantisini kim verebilir?

Henry Perowne, bir sinir cerrahı, gün doğmadan birkaç saat önce uyandığında kendini çoktan harekete geçmiş buluyor, oturduğu yerde örtüleri kenara itiyor, sonra ayağa kalkıyor. Tam olarak ne zaman uyandığını bilemiyor, bunu önemsemiyor da. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamış, ama paniğe kapılmıyor, hatta en ufak bir şaşkınlık geçirmiyor, çünkü hareketi çok rahat, uzuvlarında hoş bir duygu bırakıyor, sırtıyla bacaklarını da hiç olmadığı kadar güçlü hissediyor. Yatağın yanında çıplak olarak duruyor –hep çıplak uyur– ve boyunun uzunluğunu tam anlamıyla hissediyor, karısının düzenli soluklarının ve odadaki kışa özgü havanın tenine değişinin de farkında. Bu da hoş bir duygu. Başucundaki saat üç kırkı gösteriyor. Yatağın dışında ne yaptığı hakkında hiçbir fikri yok: tuvalete gitmesi gerekmiyor, ne gördüğü bir rüya ne de bir gün önceki bir olay ya da dünyanın hali rahatsız etmiş onu. Sanki orada, o karanlıkta dururken yoktan varolmuş, eksiksiz, engelsiz. Sabahın erken saatine, ya da ağır bir çalışmayı ardında bırakmış olmasına karşın yorgunluk hissetmiyor, son günlerdeki bir hastası dolayısıyla vicdanında bir rahatsızlık da yok. Aslında cin gibi, kafasının içi boş, anlatılmaz derecede mutlu. Herhangi bir kararı olmadan, içinden herhangi bir dürtü gelmeden, yatak odasının üç penceresinden en yakındakine doğru yürüyor, öyle rahat ve hafif adımlarla yürüyor ki aynı anda düş gördüğünden ya da uykusunda yürüdüğünden kuşkulanıyor. Eğer durum böyleyse hayal kırıklığına uğrayacak. Düşlerle pek ilgilenmez; içinde bulunduğu durumun gerçek olması olasılığı daha fazla. Ve tamamen aklı başında, bundan emin, uykuyu arkada bıraktığını da biliyor: uykuyla uyanıklık arasındaki farkı bilmek, onların sınırlarını bilmek, akıl sağlığının temeli.
Yatak odası geniş, eşyası az. Neredeyse gülünesi bir ustalıkla odanın içinde süzülürken bu yaşadığının sona ereceğini bilmek bir an üzüyor onu, sonra siliniyor bu düşünce. Ortadaki pencerenin önünde duruyor, katlanır, uzun ahşap panjurları Rosalind’i uyandırmamak için dikkatle açıyor. Bunu yaparken hem bencil hem de özenli. Ne yapıyorsun, diye sorulmasını istemiyor kendisine, nasıl bir yanıt verebilirdi ki, hem tam işe girişmişken neden vazgeçsin ki? İkinci panjuru da açıyor, körüklerinin kıvrılıp menteşelerine oturmasını sağlıyor ve sürme pencereyi sessizce kaldırıyor. Pencerenin boyu kendisinin boyundan epeyce uzun, ama kolayca yukarı kayarak açılıyor, kurşundan yapılma gizli karşı ağırlık pencereyi yukarı çekiyor. Şubat havası içeri dolup Perowne’u kuşatınca cildi geriliyor, ama soğuğa aldırmıyor. Evin ikinci katından geceyi, buz gibi beyaz ışıklı kenti, meydandaki kuru ağaçları ve on metre aşağıda, bir dizi mızrağa benzeyen sivri uçlu siyah parmaklıkları seyrediyor. Hafif bir don var ve hava tertemiz. Sokak lambalarının ışığı henüz bütün yıldızları sönükleştirmemiş; meydanın karşı tarafındaki Regency’nin cephesinin üstünde, göğün güneyinde, takımyıldızlardan geriye kalanlar havada asılı duruyor. O cephe yeniden yapılmış, bir pastiş –savaş sırasında Fitzrovia, Alman Hava Kuvvetleri’nin uçaklarından isabet almış– onun tam arkasında Postane Binası’nın kulesi var, belediyeye ait bina gün ışığında köhne görünüyor, ama geceleyin, yarı saklı durumda ve doğru dürüst aydınlatılınca, daha iyimser günlerin anısına dikilmiş değerli bir anıt oluyor.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.