Çerçevenin Dışından

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Güven Turan, otuz yılın resim yazılarını bir araya getiriyor bu kitapta. Abidin Elderoğlu’dan Berna Türemen’e, Fatma Tülin’den Cihat Burak’a kadar pek çok Türk ressama mercek tutmakla kalmıyor yazarı bakışı, Mısır sanatına da uzanıyor. Türk resminin serüveni içinde kişisel bir çerçeveleme.

Od, Oda, Odak İnsanın doğayla ilişkisi olumlu gösterilmiştir hep. Hele çağımızda, doğaya dönmenin, doğayla içli dışlı olmanın önemi anlatılagelmiştir. Oysa, yaratıcılık için doğadan uzaklaşmak gerekir. Doğanın aynısını yapmak çıkmaza götürür insanı. Kanat takıp, bir de üstüne üstlük o kanatları çırpmaktan vazgeçtikten sonra uçabilmiştir insanoğlu. Benim bildiğim, doğayı taklit edip, sonuç alınabilen tek araç fotoğraf makinesidir. Elbette, göz çizimlerinde görülecek obje her zaman mum olmayabilir. Arada bir ağaca rastladığımı da anımsıyor gibiyim ama mum baskın çıkıyor. Ve mumun mutlaka bir “ateş”i var. Yanan bir mum yani. Sonra mercek geliyor ve merceğin ardında da... Burada doktorların kullandığı kelimeye uzanmak istiyorum: Kamera (ya da Camera), yani Latince “Oda”. Mercek, “Oda”da, “Od”u “Odak”lıyor, görüntü beliriyor. Şimdi de bir fotoğraf makinesine ya da pek çok dildeki adıyla, yazılışı değişse de aynı olan, bizde bile profesyonellerin kullandıkları adıyla “kamera”ya bir bakalım. Gerçekte nedir gözün ya da fotoğraf makinesinin yakaladığı? Bir nesnenin düşümü değil mi? Ne deriz biz nesnelerin düşümlerine? Burada durup, Platon’un Devlet’ine uzanmak gerekiyor, çünkü yukarıda kullandığımız şekil, Platon’un Devlet’in VII. kitabında anlattığı “mağara” örneğinin ta kendisidir. Yüzleri mağaranın iç duvarına dönük duranların ardında sadece aydınlık olduğunu söylemekle kalmaz Platon, bir ateş yandığının düşünülmesini de ister... Meselenin bundan sonrası bizim için sadece ateşle mağara arasından geçenlerin taşıdıklarının gölgelerinin, mağaranın iç duvarı üzerine düşmeleridir. Mağara elbette ne kamera, ne oda diye adlandırılır. Üstelik mağaranın ağzında mercek de yoktur ve bir odaklama söz konusu değildir. Düşen de o nedenle, imgenin kendisi değil, gölge olmaktadır. Üstelik aldatıcı bir gölge. Gene de gölge, bütün karanlığına ve belirsizliğine karşın (oysa siluetlerde, gölge aslını yansıtmayı amaçlar. Bir dönem, siluetler, günümüzdeki vesikalık fotoğraflar gibi kimlik belirleyici bir nitelik de kazanmışlardır) iki şeyin varlığını kanıtlar: Işık ve üç boyutlu bir nesne/varlık. Kısacası gölge dünyada olmanın kanıtıdır. Onun için, gölgesiz olmak, hayaletlere, hortlaklara ve vampirlere özgüdür. Şeytanla anlaşıp gölgesini veren ya da gölgesini yitiren anlatı kişileri, yukarıda saydığım yaşar-ölü sınıfından olmasalar da ölü-yaşarlar sınıfına dahildirler. Eski Yunan’da Platon, gölgeleri küçümsese ve ünlü idea görüşü için yeryüzündekileri dışlasa da, gölgenin önemini yakalayanlar öncelikle Yunan resim zanaatkârları olmuştur. Tekhne ustaları aletheia’ya yani gerçekliğe ulaşmak için gölgeye başvurmuşlardır. Skiagraphia ya da gölge resim, “aldatma”nın da resmidir. İster “illüzyon” diyelim bu aldatmacaya ister sanat tarihçileri ve eleştirmenlerin seçkin terimini kullanıp trompe-l’oeil diyelim, sonuç aynıdır: Bir resmi üç boyutluymuş gibi göstermek. Kullanılan araç da aynıdır, ister Helenistik çağda olsun, ister Roma’da, ister Rönesans döneminde Hollanda’da: Gölge. Çünkü gölgenin varlığı “var”lığın kanıtıdır. Aynı zamanda da ışığın elbette. Bir fotoğraf makinesinin karanlık “oda”sında, gözün karanlık “kamera”sında bile ışık gösterir. Onun için, Leonardo da, Dürer de gölge ile ışıkta bir çatışmayı, bir karşıtlığı değil, ayrışmazlığın vazgeçilmezliğini ararlar. Gölge gerçeğin kanıtı olmayı ne zaman yitirdi? Ya da soruyu başka bir şekilde soralım: Modernizm, gölgenin resimde ve edebiyatta gerçeğin kanıtı değil de, duygu durumlarının gösterişli öğesi olarak kullanılmaya başlaması mıdır? Bu soruyu sormakla elbette modernizmi romantizmle başlatıyor da oluyorum. Gölge bir mağaranın duvarlarına Wagner’in doğaüstü demircilerinin ateşlerinden yansımaktadır artık. Maturin’in Melmoth the Wanderer’inde Gölgeler Prensi dolaşmaktadır. Gölgeyi yaratan ışıktır dedik ya, doğal bunlar, çünkü havagazı fenerleri hem geceyi uzatmıştır hem ışıkla gölgeyi kesinleştirmiştir. Elektrik yalnız geceyi kısaltmamış, gölgeleri de zaafa uğratmıştır. Elektriğin aydınlığında gölgeler solar, derinliğini yitirir, yüzeyselleşir. Elektrikle aydınlanma çağının resmidir kübizm. Sadece sinemada ışıkla gölge od, oda, odak üçleminde yeni bir gerçeklik/illüzyon kazanır. Floresanlar çağında ne od, ne oda, ne odak... Kavramlardır artık egemen olan ve kavram, nesnel değildir. Nesne olmayan da... Postmodernizmin kapısı gölgeye her zaman kapalıdır. Sanat Dünyamız, Güz 2000, Sayı: 77

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.