Çağdaş Sanat Konuşmaları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Çağdaş sanata hem içeriden (sanatçı gözüyle) hem de dışarıdan (eleştirmen, akademiyen ve izleyen gözüyle) bakış açıları getirmek amacıyla hazırlanan bu kitap, son on yıldır iyiden iyiye varlığını ortaya koyan çağdaş sanatı ve onu etkileyen koşulları kayda geçiriyor.

“çağdaş sanatta teknolojik dil”

Levent Çalıkoğlu: Peki burada bütün bu bilgi inanamayacağımız bir hızla akıyorsa, sanat veya sanatçı arada izleyiciyle bu bilgiyi kuran bir tür protez gibi bir işlev görüyor olabilir mi? Ya da burada nasıl bir iş üsteleniyor sanat?
Erhan Muratoğlu: Aslında dijital sanatla ilgilenen herkesin zaten bu konuya çok yakın ilgisi var, bunun farkında. Dijital teknoloji toplumdan bağımsız değil; içinde yer aldığı toplumu dönüştürme ve değiştirme gücünü zaten bu ürünlerin içerisine doğrudan aktarıyor. Bunu yapan insanlar zaten bu durumun farkındalar ve öne sürdükleri söylemler zaten bunu söylüyor: “Ben dijital teknolojinin beni değiştirdiğinin, dönüştürdüğünün ve başka bir şey yaptığının farkındayım ve gelin bakın görün, böyle oluyor” diyor. “Ben size iki gün sonrası hakkında, üç gün sonrası hakkında ipuçları veriyorum, hatta çok daha yakın bir zaman hakkında size vizyon oluşturuyorum” diyor. Tabii demin de dediğim gibi insan değişip dönüşmeye başlayınca, algısı da değişip dönüşmeye başlayınca, sanat nesne olmaktan da çıkınca, tanımlar, kavramlar da değişmeye başlayacak. Ne olacak bilmiyorum, çok daha fazla okumam lazım, ama şu anda aşikâr olan bunlar.


Sanatın Hayat Olma Hali
21 Nisan 2005

Can Altay, Şener Özmen

Levent Çalıkoğlu: Bu akşamki konuşmanın Çağdaş Sanat Konuşmaları dizisinin en ilginç oturumlarından biri olacağını düşünüyorum; çünkü hayat üzerine konuşacağız. Açıkçası bu bize her şey üzerine düşünme ve konuşma hakkı veriyor: mikro ve makro iktidarlar, kültürel şemalar ve eylemlerimiz, cinsel ve ahlaki eğilimlerimiz, tüketim alışkanlıklarımız, mücadele alanlarımız… Kısacası bizi biz yapan ve bu nedenle dışlanmamıza veya kabul edilmemize neden olan tüm marifetlerimiz üzerine konuşacağız. Öte yandan hayatı sanatın içine ya da tam tersine sanatı hayatın içerisine sokmaya çalışan sanatçıların değişen rol ve görevlerinden de söz edebiliriz bu başlık içerisinde. Başkalarının hayatlarını sanata aktaran sanatçının neyi, nasıl eylediği ve hangi dil üzerinden, hangi ortaklıklarla, hangi ilişkilerle bu hayatı görünür kıldığı belki de üzerinde durulması gereken başlıklardan birisi olacak. Tabii ki bu başlık altında izleyicinin değişen rollerine de değinmek gerekecek. Pasif veya edilgen, sürecin kendisi olan veya direnen izleyiciyi de –tahmin ediyorum – bu akşamki konuşmanın içerisinde bir fotoğraf gibi görmeye başlayabiliriz. İki konuşmacımız var bu akşam: Can Altay ve Şener Özmen. Her iki sanatçı da bize hem kendi deneyimlerini, kendi üretimlerini, hem de bu başlık içerisinde düşünmemiz gereken olasılıkları tartışmaya açacaklar. Önce Can konuşacak, daha sonra Şener devam edecek.



Çağdaş Sanatın Felsefeyle Flörtü
A. A. Toparlarsak; bütün bu ilişkiler öncelikle bir refleksiyon, düşünce meselesi; burada felsefi kavramlar ile, ya da sosyolojik kuramlar ya da onların kavramları ile, sanat arasındaki ilişkinin yatay geçişliliği diyebileceğimiz bir şey, ya da her bir alanın kendi içini bırakıp başka alanlardaki yakınlaşma noktalarına yönelmesi söz konusu. Felsefenin, sanatın, sosyolojinin, pozitif bilimin ayrı ayrı olan alanlarının ya da disiplinlerinin özgün duygulanımları, birbirleriyle yatay geçişli bir cemaat oluşturduğu zaman, aralarında bir geçişlilik oluşuyor. Oluşturmadıkları zaman ayrılacaklardır, ama bunun kuralı yok.
L.Ç.: Peki teşekkür ederiz. Emre, senin eklemek istediklerin var mı?
E.Z.: Evet, var. Ali’nin söylediklerine bir şey eklemek değil, ama bazı noktaları belirginleştirmek istiyorum. En azından kendi söylediğim şeyleri yeniden belirginleştirmek istiyorum. Bana şöyle geldi şimdi Ali’nin konuşması: Konuşmamı bitirirken demiştim ki “yeter ki iki taraftan bir tanesi pencereye merdiven dayamasın.” Ali bence merdiveni dayadı pencereye, sanatın odasına girmek üzere belki de. Şimdi Ali’nin söyledikleri bana göre katiyen yadsınacak şeyler değil. Zaten söyledikleri içinde bilmediğim, düşünmediğim bir sürü şey var, kafamda tartmadığım bir sürü şey var. Ancak sanat böyle yapılmaz. Ali’nin söylediği reçeteyle –ki ben ona şu anda reçete demek zorundayım– sanat yapılmaz. Tespitleri tam bir felsefeci tespiti. Eğer bir sanatçı Ali’nin söylediklerini dinleyip de atölyesine koşarsa sonu felaket olur. Mesela Kosuth’dan bahsedelim. Kosuth bunu yaptı belki de gerçekten. Ali’nin söylediği “felsefeden sonra sanat” çok önemli ve iyi bir iddia. Sıkıcılıktan bahsettim ve ona da döneceğim biraz sonra, ama önce şunu belirteyim. Eğer bütün dünya Kosuth gibi sanatçılarla dolu olsaydı, işte sıkıcılığın had safhası orada olurdu. Herkes Kosuth gibi sanat yapmıyor, öyle yapan da var, çok da iyi yapıyorlar. Ama bütün sanatçılar Kosuth değil. Başka şeyler de yapıyor sanatçılar. Biraz önce söylediğim sıkılmanın anlamıyla da bir şeyler yapıyorlar. Ali benim kullandığım sıkıcılığı olumsuz bir şey olarak algıladı ve “benim bir arkadaşım vardı, Deleuze’e gidiyordu sabahın köründe, sıkıcı olan bir yere gidilir mi” dedi. Gidilir. Ben de bienallere gidiyorum ve çok sıkılıyorum, ama gidiyorum. Neden sıkılıyorum size söyleyeyim: Reddettiğim için değil –bazen reddedecek duyguya da kapılmıyorum değil– ama bakın sıkıcılığı tarif ederken ya da telaffuz ederken şunu düşünmüştüm ben; insan kendi düşünce yönteminin dışında başka bir yöntemle karşılaşırsa, biraz önce örneğini verdiğim felsefeyi dinleyen ve elindeki kâğıdı açıp büken insan gibi bir tepki verir. Mesela Jameson örneği aklıma geliyor: Fredric Jameson’ın sinemadan verdiği örneği düşünün. Sinemada imajların akışına kendisini alıştırmış olan bir insan, aynı imajları video sanatında başka türlü akarken görürse müthiş sıkılır. Ama bu sıkılma, kişinin o imajları reddetmesi ve onlardan uzak durması, ya da sabahın 7’sinde kalkıp o derse gitmemesi anlamına gelmez. Yeni imaj akışını, yeni bir düşünce akışıyla ya da yeni bir bakışla öğrenmesi ya da onlara alışması gerekir ki sıkıcılık burada başlar. Sıkıcılık aslında insanın alışmadığı bir yönteme ya da alışmadığı bir akış tarzına verdiği tepkidir, hepsi bu. Sanatçı felsefe karşısında işte bu tepkiyi verir. Sıkılıyor derken onu söyledim. Sanatçı ve felsefeci aynı yöntemle konuşmuyorlar.


Çağdaş Sanatta Kopya, Taklit
26 Mayıs 2005

Borga Kantürk, Serkan Özkaya


Levent Çalıkoğlu: İyi akşamlar, hoş geldiniz. Liverpool taraftarlarını da bekliyorduk ama bugün dönüyorlarmış. Bu akşamki konuşma Çağdaş Sanatta Kopya, Taklit başlığı üzerinden işleyecek. Öncelikle birtakım örneklerle bu iki kavramdan ne anladığımız üzerinden giden, bugün sanat, imge ve özne arasındaki ilişkiye de belki işaret eden bir konuşma olacak. Ama en önemlisi, burada iki sanatçı birtakım çalışmalarla ve kendi deneyimleriyle bize kopya ve taklit ile ilgili çözümlemeler sunacaklar.



Yeni Tip Kamusal Sanat

Z.B.: Evet süreci dönüştürebilirsin. Her iki taraf da dönüştürebilir. Bu şöyle bir şey değil: “Ben sanatçıyım, akşam düşündüm: şöyle bir proje yapayım dedim. Kimle yapayım? Mesela evsizlerle yapayım bu projeyi. Ertesi günü bir grup evsiz buluyorum, hadi arkadaşlar, şahane bir projem var siz de katılın buna, birlikte bir şeyler yapalım, ama bu işte gerçekten eşit olacağız.” Bu böyle yürüyen bir şey değil elbette. Tabii bir fikir var ortada. Bir örnek vereyim: Evsizler deyince aklıma geldi, Chicago’da bu alanda çok iyi tanınan Temporary Service diye bir grup var. Grubun üyelerinin herbiri ayrı ayrı dörder beşer grubun içersinde de çalışıyorlar aynı zamanda. Bazı durumlarda nesneler de yapıyorlar. Onların “Evsiz Dave” adlı çok sevdiğim bir projeleri vardı. Bir gün ortalıkta dolaşan bir evsiz adamla karşılaşıyorlar –tamamen tesadüfen– ama kısa bir muhabbetin sonunda Dave onların atölyesine gidip gelmeye ve onları izlemeye başlıyor. Sonunda bir gün diyor ki: “Ben de bir şey yapmak istiyorum.” “Ne yapmak istiyorsun?” “Bana bir teyp verin, ben o teyple dolaşayım ve bütün Chicago’da öyküler toplayayım. Evsizlerin öykülerini toplayayım.” Ona bir ses alma cihazı veriyorlar ve Dave devamlı dolaşıp kayıt yapıyor. Tabii burada Dave’in bir avantajı var: o evsizlere başkalarından daha kolay yaklaşabilir. Ama burada Dave’in birinci problemi “ben sanat yapayım” değil, öbürkülerin ise bu süreci işletmeleri veya bu toplanan kayıtları deşifre etmeleri veya ondan yola çıkarak bir şeyler üretmeleri, tüm bu sürecin bir parçası. Ama Dave olmazsa proje olmaz, bu grup olmazsa da Dave’in aldığı ses kayıtları hiçbir işe yaramaz. Yani sadece bir evsizin bavulunun içerisinde dolaşan kayıtlardan öteye bir şey olmaz. Bu kayıtlar şimdi grubun web sayfasında var [www.temporaryservices.org] ve isteyen dinleyebiliyor. Durum bu. Bu kadar basit bir şey aslında.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.