Büyülü Tohumlar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

V. S. Naipaul, 2001 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü akademi yetkilisinin şu açıklamasıyla almıştı: “Ortak amaçlı, zekice kurgulanmış anlatıları ve sağlam gözlemciliğiyle bizleri bastırılmış tarihlerin varlığını görmeye mecbur ettiği için.” Diğer yandan, 1932 doğumlu Naipaul, romanları ve özellikle gezi yazılarında üçüncü dünya ülkelerini sevimsiz, hatta yıkıcı bir biçimde betimlediği için sertçe eleştiriliyor. Örneğin Edward Said, onun “bilerek ve isteyerek Batılı savcılar için Doğu aleyhinde şahitlik” ettiğini söylemişti. Karayip Denizi’nin en büyük adası Trinidad’da doğan Hint asıllı İngiliz yazar Naipaul, üçüncü dünya ülkeleri hakkındaki görüşleri yüzünden kastçılık ve ırkçılıkla da suçlanıyor. Destekçileriyse onun üçüncü dünyanın kalkınmasını amaçlayan daha gerçekçi görüşleri savunduğunu, tek güdüsünün kitaplarında anlattığı ülkelerin gelişmesi için duyduğu tutkulu arzu olduğunu söylüyorlar. Bir yandan da, kendisini hiçbir kültüre ait hissetmeyen ve hissetmek istemeyen köksüz bir göçmen gezgin kimliğiyle, gittiği gördüğü her yer hakkındaki idealleştirilmiş görüşleri daha sert ve muhalif düşüncelere yer açmak için çekinmeden, acımasız ve kırıcı olmak pahasına yıkmaya çalışıyor. Fakat Naipaul’u sevenler de sevmeyenler de yazarın İngiliz dilini büyük bir yetkinlik ve ekonomiyle kullanan büyük bir romancı, özgün bir ses olduğu konusunda hemfikir. Naipul’un ne kadar usta bir yazar olduğunu anlamak için kitaplarından birini açıp herhangi bir satırı okumaya başlamak yeterli. Büyülü Tohumlar bir devam kitabı değil, YKY tarafından geçtiğimiz ay yayınlanan Yarım Hayat kitabındaki Willie’nin hikâyesinin diğer yarısı. Yarım Hayat ve Büyülü Tohumlar, Trinidad’da doğan, Oxford’da eğitim gören, Afrika’da uzun yıllar yaşayan Naipaul’un da şüphesiz yakından tanıdığı uzun bir varoluşsal yolculuğu şaşırtıcı bir dürüstlük ve açıklıkla anlatıyor. Willie Chandran, belki de Naipaul’un silik bir gölgesi; onun gibi karmaşık bir göçmen kimliğiyla doğuyor ama ataları rahipler kastına ait olan Naipaul’un aksine Willie’nin annesi dokunulmazlardan biri. Naipaul gibi Willie de bursla İngiltere’ye gidiyor ama yazar gibi Oxford’da değil, kimsenin adını bilmediği küçük bir kolejde eğitim görüyor. Willie de bir hikâye kitabı yazıyor ama kitabının edebi bir zafer olduğunu söylemek zor. Yine de Willie ile Naipaul arasındaki belki de en derin ve dokunaklı benzerlik birinin ufak, diğerinin muazzam edebi başarısı: hikâye kitapçığı olmasa Willie erkenden yok olup gidecekti; “Ben kitaplarımın toplamıyım,” diye Naipaul için de aynısını söylemek mümkün.

Bir

     Gül Satanlar

Her şey uzun yıllar önce Berlin’de başladı. Başka bir  dünyada. Kız kardeşi Sarojini’nin yanında, geçici, yarım yamalak bir  konaklamaydı. Afrika’dan sonra büyük bir rahatlama olmuştu bu, talepleri ve  endişeleri olmadan, adeta bir turist gibi yeni ve korunmalı bir yaşam  sürüyordu. Tabii ki bir sonu olacaktı ve Sarojini’nin söylediği şu sözcükler de  bir anlamda bu sonun başlangıcıydı: “Altı aydır buradasın. Vizeni bir kez daha  uzatamayabilirim. Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun. Burada  kalamayabilirsin. Dünya böyledir işte. Buna karşı çıkamazsın. Artık yavaş yavaş  bundan sonrasını düşünmeye başlamalısın. Nereye gidebileceğin konusunda bir  düşüncen var mı? Yapmak istediğin bir şey?”

“Vize konusunu biliyorum,” dedi Willie. “Bunu ben de  düşünüyordum.”

“Senin düşünme şeklini biliyorum,” dedi Sarojini.  “Düşünmek senin için bir konuyu zihninin arka tarafına atmaktan başka bir şey  değil.”

“Ne yapabileceğimi bilemiyorum,” dedi Willie. “Nereye  gidebileceğimi bilemiyorum.”

“Zaten hiçbir zaman yapabileceğin şeyler olduğunu  hissetmedin ki. İnsanın kendi dünyasını kendisinin kurması gerektiğini  anlamıyorsun.”

“Haklısın.”

“Benimle böyle konuşma. Baskıcı sınıf böyle düşünür.  Dişini sıkıp dayan, dünyadaki her şey nasıl olsa yoluna girecektir.”

“Benim sözlerimin anlamını saptırmakla bana yardımcı  olmuyorsun,” dedi Willie. “Ne demek istediğimi çok iyi biliyorsun. Elimdeki  kartların başlangıçtan bu yana çok kötü olduğunu hissediyorum. Hindistan’da ne  yapabilirdim? Peki, 1957 ya da 1958’de İngiltere’de ne yapabilirdim? Ya da  Afrika’da?”

“Afrika’da on sekiz yıl. Zavallı karın. Bir erkekle  evlendiğini sanıyordu. Aslında benimle konuşmalıydı.”

“Ben daima dışlanan biri oldum,” dedi Willie. “Hâlâ da  öyleyim. Burada, Berlin’de ne yapabilirim ki?”

“Dışlandın çünkü kendin öyle olsun istedin. Daima  saklanmayı yeğledin. Bir koloni psikozu, bir kast psikozu. Babandan miras  almışsın. On sekiz yıl boyunca Afrika’da yaşadın. Orada büyük bir gerilla  savaşı vardı. Bunu bilmiyor muydun?”
“Daima benden çok uzaktı. Son zamanlara kadar, gizli  bir savaştı.”

“Anlı şanlı bir savaştı bu. Hiç değilse başlangıçta.  Düşününce insanın gözleri yaşarıyor. Her şeye, her anlamda sıfırdan başlaması  gereken, kendi ülkelerinde kölelik eden,  zavallı, çaresiz bir halk. Peki ya sen ne yaptın? Onları arayıp buldun mu?  Onlara katıldın mı? Onlara yardımcı oldun mu? Bu, harekete geçecek bir amaç  arayan herkes için yeterince büyük bir amaçtı. Ama hayır. Sen güzel, yarı beyaz  karınla malikânenizde oturup yorganı kafanın üstüne çekerek gecenin birinde  öfkeli bir siyah özgürlük savaşçısının silahı ve ağır botlarıyla içeri  girmemesi, burnuna silahı dayayıp seni korkutmaması için dua ettin.”

“Öyle değil, Sarojini. Kalbimin derinliklerinde her  zaman Afrikalıların yanında oldum ben, ama hiçbir zaman katılabileceğim bir  savaşım olmadı.”

“Herkes senin gibi düşünse hiçbir yerde asla devrim  olmazdı. Herkesin, hepimizin katılabileceğimiz bir savaş daima vardır.”

Knesebeck caddesindeki bir kafede oturuyorlardı. Kışın  burası sıcak, dumanlı, öğrenci garsonlarıyla uygar, Willie’nin kendini  evindeymişçesine huzurlu hissettiği bir yerdi. Şimdi, yazın bu son günlerinde  ruhsuz ve sıkıcı, alışkanlıkları çok iyi bilinen ortamıyla Willie’ye  –Sarojini’nin söylediklerine rağmen– boşa akıp giden zamanı hatırlatıyor ve  aklına misyoner okulunda ezberlemek zorunda kaldıkları gizemli bir soneyi  getiriyordu: Fakat uzaklaşıp giden yine  de yaz günleriydi...

O sırada içeri uzun saplı kırmızı güller satan bir  Tamil genci girdi. Sarojini eliyle hafifçe işaret edip çantasını karıştırmaya  başladı. Tamil masaya yaklaştı, çiçekleri uzattı ama göz göze gelmekten  özellikle kaçındı. Onlarla hemşerilik iddiasında bulunmadı. Gül satıcısı  temkinliydi, kendi kişisel değeriyle doluydu. Adamın yüzüne değil de (çok  uzaklardaki terziler tarafından dikildiği anlaşılan) kahverengi pantolonuna,  abartılı altın kol saatine ve kıllı bileğindeki (büyük olasılıkla gerçek altın  olmayan) altın zincire yoğunlaşan Willie, bu gül satıcısının kendi ortamında  bir hiç olacağını, kimsenin dikkatini çekmeyeceğini gördü. Burada, büyük  olasılıkla Willie gibi çok az anladığı bir çevrede, belki de bakmayı  öğrenemediği bu çevrede, kendi benliğinden çıkarılmış biri gibiydi. Başka biri  olup çıkmıştı.

Willie birkaç gün önce, sokakta yalnız başına  dolaşırken de böyle birine rastlamıştı. Müşterisi olmayan, camlarının arkasına  saksı çiçekleri dizilmiş, pilav ve dosas tabaklarının sergilendiği vitrin camında sinekler dolaşan bir Güney Hint  restoranının önünde durmuştu, restoranda çalışan ufak tefek amatör görünümlü  garsonlar (belki de garson değildiler, belki çok farklıydılar, yasadışı olarak  ülkeye girmiş elektrikçi ya da muhasebecilerdi) içerinin loşluğunda, doğu  atmosferi uyandırmak amacıyla yerleştirilmiş ucuz, parıltılı dekoratif eşyalar  arasında boş boş dolanıyorlardı. Bir Hintli ya da Tamil, o sırada Willie’nin  yanına gelmişti. Adam iri yapılıydı ama şişman değildi, geniş, etli bir yüzü  vardı ve Willie’nin eskiden sık sık Penguen kitaplarının arkasındaki reklam  sayfalarında gördüğü “Kangol” marka golf berelerine benzeyen, ince mavi  çizgili, geniş ekoseli, yassı, gri bir bere takmıştı; kim bilir, belki adam da  bu eski reklamları örnek alarak giyinmişti.

Adam Willie’ye yaklaşan büyük gerilla savaşından  bahsetti. Willie ilgili, hatta samimi davrandı. Adamın yumuşak, gülümseyen  yüzünden hoşlanmıştı. Yassı bereden hoşlanmıştı. Komplocu konuşmalar, dünyanın  şaşkına döndürülmesi düşüncesi hoşuna gidiyordu. Ancak adam paraya çok ihtiyaç  duyulduğundan söz etmeye ve konuşma ısrarcı bir hava almaya başlayınca Willie  önce endişelendi, sonra korkmaya başladı ve vitrininde uyuşuk, tutsak sinekler  dolaşan restorandan geri çekilmeye başladı. Adamın hâlâ gülümsüyor gibi görünen  yumuşak dudaklarından Tamil dilinde uzun, sert ve sunturlu bir dini lanet  döküldü, Willie Tamil dilindeki küfrü yarım yamalak anladı ve küfrün ardından  gülümseme kaybolduğu gibi golf beresinin altındaki yüz de korkunç bir nefretle  çarpıldı.

Willie’yi rahatsız etmişti; Tamil dilinin birdenbire  kullanılması, adamın bütün dini inancını, savrulan bir bıçak gibi ani ve derin  nefretini yüklediği küfür. Willie, Sarojini’ye bu karşılaşmadan hiç söz etmedi.  Her şeyi gizleme alışkanlığını daha çocukken, evde ve okul çağlarında  edinmişti; Londra’da bu alışkanlığı daha da derinleşmiş, açıkça ortada olan  birçok şeye gözlerini kapaması gereken Afrika’da geçirdiği on sekiz yılda  tabiatının ayrılmaz bir parçası olup çıkmıştı. İnsanların ona çok iyi bildiği  konuları bile anlatmasına izin veriyordu, bunun nedeniyse asla sinsilik ya da  belirli plana göre hareket etmesi değildi, tek neden başkalarını gücendirmek  istememesi, sorun çıkarmadan yaşamak istemesiydi.

Sarojini gülü tabağının yanına bıraktı. Bir yandan da  masaların arasında ilerlemeye çalışan gül satıcısını izliyordu. Adam kapıdan  çıktıktan sonra Willie’ye, “Bu adam hakkında ne düşündüğünü bilemiyorum,” dedi.  “Ama bence senden çok daha değerli.”

Willie, “Ona hiç şüphe yok!” dedi.

“Sinir etme beni. Bu çokbilmiş konuşma tarzınla belki  yabancıları etkileyebilirsin. Ama bana sökmez. Bu adamın niçin senden daha  değerli olduğunu bilmek ister misin? Kendi savaşını bulduğu için. Ondan  gizlenebilirdi. Yapacak başka şeyleri olduğunu söyleyebilirdi. Hayatını  yaşaması gerektiğini söyleyebilirdi. Şöyle diyebilirdi: ‘Artık Berlin’deyim.  Buraya varmak bana çok pahalıya mal oldu. Sahte belgeler, vizeler almam,  sürekli saklanmam gerekti. Ama şimdi bunların hepsi geride kaldı. Ülkemden,  eski yaşantımdan koptum artık. Şu andan itibaren bu yeni, zengin dünyanın bir  parçası gibi davranacağım. Televizyonun karşısına geçip yabancı programları  öğreneceğim ve onların gerçekten bana hitap ettiğini düşünmeye başlayacağım.  KDW mağazasında alışveriş yapıp restoranlarda yemek yiyeceğim. Viski ve şarap  içmesini öğrenecek, kısa sürede kendi paramı destelemeye başlayacak, kendi  arabamı kullanacak ve kendimi reklamlardaki insanlar gibi hissedeceğim. Sonra  kendi kendime dünya değiştirmenin gerçekte o kadar da zor olmadığını ve aslında  herkesin benim gibi yapması gerektiğini düşüneceğim.’ İşte bu gibi yanlış ve  utanç verici düşüncelere kapılabilirdi. Ama o savaşması gerektiğini görüyor.  Fark ettin mi? Bize bir kez olsun bakmadı. Elbette bizim ne olduğumuzu  biliyordu. Kendisine yakın olduğumuzu biliyordu ama küçümsedi bizi. Kendini  kandıranlardan olduğumuzu düşündü.”

Willie, “Belki de Tamil olmaktan, burada insanlara gül  satmaktan ve onu görmemizden utandı,” dedi.

“Hiç de utanmışa benzemiyordu. Bir amacı olan, kendi  yolunu izleyen bir insan görünümü vardı onda. Bakmayı öğrenmiş olsaydın  Afrika’da da dikkatini çekerdi. Bu adam burada gül satıyor ama o güller  uzaklardaki başka bir yerde silaha dönüşüyor. İşte böyle devrim yapılır.  Onların kamplarından bazılarında bulundum. Wolf’le birlikte onlarla ilgili bir  film üzerinde çalışıyorduk. Çok yakında onlardan çok daha fazla bahsedildiğini  duyacağız. Dünyanın hiçbir yerinde daha disiplinli bir gerilla ordusu yok.  Oldukça acımasız ve tehlikeliler. Kendi tarihin konusunda biraz daha bilgi  sahibi olsan, bunun nasıl bir mucize olduğunu anlardın.”

Başka bir gün, hayvanat bahçesinde, tutsak ve aylak  vahşi hayvanların korkunç kokusu arasında şöyle dedi: “Sana tarihten bahsetmeliyim. Yoksa benim de  annemizin amcası gibi aklımı kaçırmış olduğumu sanacaksın. Sen ve senin  gibilerin tarihimiz hakkında bildiği her şey, on dokuzuncu yüzyılda  Hindistan’da okul müfettişliği yapan Roper Lethbridge adlı bir adam tarafından  kaleme alınan İngilizce ders kitabında yazanlarla sınırlı. Bunu biliyor muydun?  Hindistan’da yazılmış ilk büyük tarih ders kitabıydı ve 1880’li yıllarda  İngiliz yayınevi Macmillan tarafından yayımlanmıştı. Yani Sepoy isyanından  yaklaşık yirmi beş yıl sonra; tabii ki emperyalist bir çalışmaydı ve para kazanma  amacına yönelikti. Fakat aynı zamanda İngiliz tarzı bilgi verme yöntemiydi ve  çok başarılı oldu. Yüzyıllar boyunca Hindistan’da bunun benzeri bir şey  yapılmamıştı; ne bu tür bir eğitim sistemi, ne bu anlamda bir tarih çalışması  vardı. Roper Lethbridge  sürekli yeni eklemeler yaptı ve bugün kendimiz hakkındaki fikirlerimizin  birçoğunu bu kitaptan aldık. Bu fikirlerin en önemlilerinden biri de  Hindistan’da köle ruhlu ırklar; yani köle olmak için doğanlar ve savaşçı ırklar  olduğu düşüncesiydi. Savaşçı ırklar değerliydi, köleler değersizdi. Sen ve ben  yarı yarıya bu köle ırklardan geliyoruz. Bunu bildiğine eminim. Bunu kısmen  kabullendiğine de şüphem yok. Zaten yaşamını böyle geçirmiş olmanın nedeni de  bu. Burada, Berlin’de gül satan Tamiller tamamıyla bu köle ırklardan  geliyorlar. Bu düşünce her biçimde onların benliklerine işlenmiş. Aslında  İngilizlerin Hindistan’daki ırkların köle ve savaşçı olarak ayrılabileceğine  ilişkin görüşleri tamamen yanlış. Kuzey Hindistan’daki İngiliz Doğu Hindistan  Ticaret Şirketi’nin ordusu üst kastlardan gelen Hindulardan oluşmaktaydı.  İngiliz imparatorluğunun sınırlarını neredeyse Afganistan’a kadar genişleten de  bu orduydu. Ancak 1857’deki büyük ayaklanmadan sonra bu Hindu ordusu gözden  düştü. Askeri olanaklar onlardan esirgendi. İmparatorluğa toprak kazandıran  savaşçılar İngiliz propagandasıyla köleleştirildiler ve ayaklanmanın hemen  öncesinde zapt ettikleri sınır halkları savaşçı ilan edildi. İşte emperyalizm  böyle işler. Tutsaklara olan budur. Bizler de, Hindistan’da tarih bilincimiz  olmadığı için kendi geçmişimizi kolayca unutup bize söylenenlere inanıyoruz.  Güneydeki Tamillere gelince, yeni İngiliz düzeninde onlar pislik olarak  nitelendirildiler. Tenleri koyu renkliydi, savaşçı değillerdi ve yalnızca işçi  olarak işe yarıyorlardı. Malezya’daki, Seylan’daki ve başka birçok yerdeki  plantasyonlarda köle olarak çalışmaya gönderildiler. Berlin’de silah satın  almak için gül satan bu Tamiller, tarih ve propagandanın ağır baskısını  üzerlerinden atmayı başarabilmiş kişilerdir. Onlar gerçek anlamda savaşçı  olmayı başarabilmiş insanlar ve bunu büyük zorluklar karşısında başardılar.  Onlara saygı duymalısın, Willie.”

Willie hayvanat bahçesindeki mutsuz hayvanların kötü  kokusu arasında, her zamanki kayıtsız ifadesiyle söylenenleri dinledi ve tek  kelime etmedi. Sarojini onun kız kardeşiydi. Dünyada hiç kimse onu kız kardeşi  kadar iyi anlayamazdı. En uzak köşelerine kadar bütün hayallerini ve son yirmi  yılda yalnızca bir kez görüşebilmiş olmalarına rağmen İngiltere ve Afrika’daki  yaşamına ilişkin her detayı anlıyordu. Willie, aralarında bu konuda bir tek  sözcük bile geçmemesine rağmen, birçok açıdan kendisini geliştirmiş olan kız  kardeşinin onunki gibi bir seks yaşamının fiziksel ayrıntılarını bile  anlayabileceğini hissediyordu. Hiçbir şey ondan saklanamıyordu, en devrimci, en  sıradan, en övüngen haliyle belki bininci kez eski nakaratları dile getiriyor  olsa da, araya fazladan bir deyiş sıkıştırarak ortak ve özel geçmişlerine ait  bir konuya değinebiliyor ve Willie’nin çoktan unutmuş olmayı tercih edeceği  duyguları uyandırabiliyordu.

O konuşurken Willie hiçbir şey söylemiyordu ama  söylediği hiçbir şeyi hafife almıyordu. Berlin’de giderek daha önce hiç fark  etmemiş olduğu bir özelliğini fark etti. Sarojini her ne kadar haksızlık,  adaletsizlik ve acımasızlıktan, devrime duyulan ihtiyaçtan söz etmekten asla  yorulmasa da, beş kıtadaki kan  ve kemik manzarasından rahatça söz etse de, tuhaf bir biçimde huzurluydu. Eski  zamanlardaki sinirinden ve saldırganlığından eser kalmamıştı. Aile aşramasında,1  dindarlık ve boyun eğme mecburiyetinden başka hiçbir beklentisi olmadan çürüyüp  gidiyordu ve oradan ayrılmasından uzun yıllar sonra bile basit, ihtiyaç  içindeki insanlara her konuda sahte çözümler sunan aşramadaki ürkütücü yaşam ve  aşramanın kendisi, Wolf’le işler kötü giderse geri dönmek zorunda kalacağı bir  yer olarak peşini bırakmamıştı.

Sarojini artık bu korkuyu duymuyordu. Soğuk havaya  karşı korunmak için giyinmeyi ve kendisine çekici bir hava vermeyi nasıl  öğrendiyse (yün hırka ve yün çorapla sari giydiği günler geride kalmıştı),  yolculuk, eğitim, devrimci politikalar ve talepkâr olmayan fotoğrafçısıyla  sürdürdüğü yarım hayat ona tam anlamıyla entelektüel bir düşünme sistemi  kazandırmışa benziyordu. Artık onu hiçbir şey şaşırtmıyor ya da yaralamıyordu.  Dünya görüşü artık her şeyi alabilecek biçimde değişmişti: Guatemala’daki  politik cinayetler, İran’daki İslam devrimi, Hindistan’daki kast ayaklanmaları,  hatta Berlin’deki şarap satıcısının ticari alışkanlıkları ya da yalnızca  prensipleri yüzünden yaptığı ufak tefek hırsızlıkları; eve gönderdiği siparişte  iki ya da üç şişenin daima eksik ya da sipariş edilenden farklı çıkmasını,  fiyatların karmaşık, kafa karıştırıcı biçimlerde değiştirilmesini bile  şaşırtıcı bir şekilde hazmedebiliyordu.

“Batı Berlin’de olur bunlar,” derdi yalnızca.  “Buradaki insanlar bir hava koridorunun sonunda yaşıyorlar, her şey para  yardımıyla sürdürülüyor. Dolayısıyla enerjilerini böyle ufak sahtekârlıklara  harcıyorlar. Batının büyük zaafı bu. Zamanla farkına varacaklar.”

Sarojini de fotoğrafçısı aracılığıyla bir Batı Alman  hükümet kuruluşundan aldığı ödenekle geçiniyordu. Neden bahsettiğinin  bilincindeydi ve rahattı.

Yeni bir bira ya da şarap kasası geldiğinde, “Bakalım  bizim dolandırıcı bu kez ne tezgâhlamış,” derdi.

Yirmi ya da  daha fazla yıl önce evde bıraktığı Sarojini böyle bir şeyi asla yapamazdı.  Berlin’de kız kardeşinin bu huzuruna, konuşma biçimindeki bu yeni zarafete  giderek daha yoğun bir karşılık verdiğini hissetmeye başladı. Kız kardeşini  hayretle izliyordu. Böyle bir kız kardeşi olması onu hem şaşırtıyor hem de  heyecanlandırıyordu. Kız kardeşiyle geçirdiği altı aydan sonra –daha önce  yetişkin insanlar olarak hiç bu kadar uzun süre birlikte kalmamışlardı– onun da  dünyası değişmeye başlamıştı. Nasıl kız kardeşinin bütün duygularını ve hatta  cinsel gereksinimlerini bile algılayabileceğini seziyorsa, Willie de giderek  onun bakış açısını benimsemeye başlamıştı. Kardeşinin söylediği her şeyde  mantık ve düzen vardı.

Aslında her zaman içten içe bilip itiraf etmekten  çekinmiş olduğu şeyi, gerçekte Sarojini’nin de söylediği gibi iki dünya  olduğunu anlıyordu. Bu dünyalardan biri düzenli, yerleşikti ve kendi savaşını  vermişti. Savaşsız ve gerçek tehlikelerin bulunmadığı bu dünyada insanlar  basitleşmişti. Televizyon izliyor ve ait oldukları toplulukları buluyorlardı;  onaylanmış şeyleri yiyor, içiyor ve paralarını sayıyorlardı. Diğer dünyanın  çılgına dönmüş insanları daha umutsuzdu. Çaresizce basit, düzenli dünyaya geçiş  yapmaya çabalıyorlardı. Ancak dışta kaldıkları sürece sayısız bağımlılıktan,  geçmişin mirasından kurtulamıyorlardı; yüzlerce küçük savaş onları kinle  dolduruyor, enerjilerini tüketiyordu. Batı Berlin’in özgür, hareketli havasında  her şey kolay görünüyordu. Ancak pek uzak sayılamayacak bir yerde yapay bir  sınır ve bu sınırın gerisinde baskı ve tamamen farklı bir insan tipi vardı.  Büyük binaların harabelerinde yabani otlar ve yer yer ağaçlar büyüyordu,  taşlara ve duvar sıvalarına şarapnel parçaları ve mermi kovanları çukurlar  açmıştı.

İki dünya aynı  anda, bir arada varlığını sürdürüyordu. Aksine inanıyormuş gibi görünmek  aptallıktı. Artık hangi dünyaya ait olduğu zihninde netlik kazanmıştı. Yirmi ya  da daha uzun yıllar önce evindeyken saklanmak istemek ona son derece olağan  görünmüştü. Ancak şimdi bu isteği takip eden  her şey ona utanç verici geliyordu. Londra’daki yarım hayatı ve sonra Afrika’da  yarı saklanarak geçen, başarı ölçütü yarı Portekizli ikici sınıf bir topluluğun  içinde göze çapmamak ve ‘dışlanmamak’ olan hayat; bütün hayatı utanç verici  görünüyordu.

Günün birinde Sarojini apartman dairesine o günkü Herald Tribune’ü getirdi. Gazete  özellikle bir haberin ön plana çıkacağı şekilde katlanmıştı. Gazeteyi ona  uzatarak, “Senin yaşadığın yerle ilgili,” dedi.

Willie “Lütfen gösterme bana onu,” dedi. “Sana anlatmıştım.”
“Artık bakmaya başlamalısın.”

Willie gazeteyi aldı ve içinden karısının adını  mırıldanarak, “Bağışla beni Ana,” dedi. Haberi tam olarak okumadı bile. Buna  gerek yoktu. Olanların hepsini zaten zihninde yaşıyordu. İç savaşta çok fazla kan dökülmeye  başlamıştı. Düzenli bir ordu harekâtı değildi; sınırı aşarak gelen yağmacılar  yakıyor, öldürüyor, dehşet saçıyor ve sonra geri çekiliyorlardı. Haberde,  çatıları yanmış, boş pencerelerinin çevresi isle kaplanmış  beyaz beton binaları gösteren bir fotoğraf vardı; Afrika’nın kırsal  bölgelerindeki göçmenlere ait basit mimari yapılar artık harabeye dönüşmüştü.  Bildiği yolları düşündü, koni biçimindeki mavi kayalıkları, sahildeki küçük  şehri. Hepsi yaşadıkları dünyanın güvenli olduğuna inanmış gibi yapmışlardı;  oysa içten içe hepsi savaşın yaklaştığını, günün birinde yolların yok olacağını  biliyordu.

Bir gün, isyanın başlangıcında, pazar günü öğle  yemeğinde bir oyun oynamışlardı. Farz edelim ki, demişlerdi, dünyayla  ilişkilerimizi kestik. Dışarıdan hiç destek almadan burada yaşamanın nasıl  olacağını hayal edelim. Böyle bir durumda ilk kaybımız arabalarımız olurdu.  Sonra ilaçsız kalırdık. Sonra da giysisiz. Işık da olmazdı. Böylece, bir Pazar  günü öğle yemeğinde, üniformalı uşaklar, kumlu avludaki dört çeker arazi  araçlarının arasında, yoksunluğu tasavvur etmeye çalıştıkları bir oyun  oynamışlardı. Sonra bütün bunlar gerçek olmuştu.

Berlin’de Afrika’daki davranışlarını düşününce utançla  dolan Willie, “Artık saklanmamalıyım. Sarojini haklı,” diye düşünüyordu.

Ancak  eski alışkanlığı gereği kız kardeşine neler düşündüğünü söylemedi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.