Bozkır Çiçekleri

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

İşinde, bodrumdaki odasında, üzerinde yükselen bütün katların ağırlığını duyuyor, boğulacağını sanıyordu. Üst katlarda odası olmayacaktı hiçbir zaman. Hayri Bey emekliye ayrıldıktan sonra onun yerine geçebilirdi, o kadar. Belki de ömrü boyunca bodrum katından çıkamayacaktı. (...) Küçük insan olarak yakaladığı ve seve seve yetinebileceği küçük yaşama sevinçlerini, Hayri Bey gibiler kirletecek; üst derecedekiler de, aslında gereksindikleri, benimsemeye, hiç değilse varlığını duymaya can attıkları olağan duyarlılıkları –ayrıcalıklarını küçümsemeyle pekiştirebildikleri için– horlayacaklardı. Kimseler sevinmesine izin vermeyecekti.
 
Bozkır Çiçekleri’nde, yalnızlığı seçmediği halde umarsızca yalnız kalan kahramanlarıyla 70’li yılların Ankarası’nı adımlıyor Selçuk Baran: Yolları bozkırın ortasında kesişen Seyfi’nin, Nurten’in ve Müfit’in gözünden, yer yer umutlu, yer yer coşkulu ama çokça hüzünlü bir resim çiziyor.

Selçuk Baran, Bozkır Çiçekleri’yle 1979 Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda mansiyon kazanmıştı.

SEYFİ

1

Seyfi, işe alınmadan önce K... şirketine birkaç kez gidip gelmek zorunda kalmış, ne var ki, bu gidiş gelişleri sırasında önemsenmez bir taşralı, zavallı bir yeniyetme, kısacası bir hiç olmadığını, üstelik hısmı sayılabilecek bir senatörün (o önemli kişinin) gösterdiği yakınlık sayesinde iş bulabilmek gibi bir ayrıcalığa sahip bulunduğunu çevresine kanıtlayabildiğinden (ya da öyle sandığından) mutluluk duymuştu. Bu koca yapıya kısaca şirket deniliyordu ama düpedüz devlet dairesiydi işte. Bu gerçek, taşradan geleli altı ay bile olmayan Seyfi’yi de annesi Vasfiye Hanım’ı da oldukça şaşırtmıştı. Hele Vasfiye Hanım –varlığını, kuşkularını anlamlandırarak, izleyerek sürdürmenin gerekliliğine, içgüdüsüne boyun eğer gibi inandığından– daha bir ikirciklenmişti. Adı şirket olan bir yerde çalışarak insan nasıl devlet memuru olabilir, devlet memuru ayrıcalığını, o soylu güvenliği nas›l kazanabilirdi? Uzun uzun düşündükten sonra fazla soru sormamaya, işi fazla kurcalamamaya karar verdi. Koskoca bir senatör yanılacak değildi elbette.

Öte yandan Seyfi, çalıştığı yerin hukuksal niteliğinden çok başka, kendince önemli başka şeylerle uğraşmak zorundaydı. Sözgelimi merdivenler vardı... Zaten başkente geldiğinde onu en çok ürküten, düşgücünün şimdiye kadar farkına varmadığı derinliklerini yoklayıp sarsan, aşırı bir iyimserlikle düşünülürse, tatmadığı güzellikleri muştulayan sonsuz basamaklı merdivenler, sonu yokmuş izlenimini veren, yazık ki birbirine çok benzeyen loş koridorlar ve hep kapalı duran, açmadan önce vurulması gereken kapılardı. Bazı kapıların ardından “Girin!” diyen sert bir ses gelirdi; kimilerinden de, ne kadar beklenirse beklensin, hiç ses gelmezdi. İçerde tek başına oturup duran birisi bulunabiliyor ve “Girin!” demek zahmetine katlanmıyordu.

Üstelik K... şirketinde iki tür merdiven vardı. Biri; büyük, geniş kanatlı ön kapının açıldığı, zemini pembe mermer döşeli, üzerinde krem rengi sütunlar bulunan girişten, sağlı sollu kıvrak dönüşler yaparak yükseliyordu. Bu merdivenlerin basamakları da girişin zemini gibi pembe mermerdendi. Hep o zarif, kadınca kıvrılışlarla her katta, tıpkı bir balkonu andıran aydınlık sahanlıklarda dinlenerek yükseliyordu. Arkadaki merdivenlerse bilinen mozaikten yapılmıştı. Dik dönüşlerle, küçük pencerelerin yarı yarıya aydınlattığı sahanlıklarda son buluyordu. Pembe merdivenleri genel müdürün, yardımcılarının, mühendislerin, kısaca kodamanların kullandığını söylemişlerdi Seyfi’ye. Ama koridorlar, ön ve arka merdivenlerin arasında bulunduğundan, insan yanılıp da pembe merdivenlere geçebilirdi arada. Pembe merdivenleri önemsiz memurların kullanmasının cezası neydi, işte bunu Seyfi’ye söylememişlerdi. Seyfi hiç değilse bu cezayı bilse, rahatlayacaktı.

O sabah annesinin öğüdünü tutarak lâcivertlerini giymişti. Böylelikle işinin önemini kavradığını, herkese karşı saygılı davranmaya kararlı olduğunu çevresindekilere daha ilk günden göstermiş olacaktı. Annesi Vasfiye hanım, Seyfi’nin işe başladığı gün yapılmasını gerekli gördüğü törenin tüm ayrıntılarını özenle yerine getirmişti. Tıpkı oğlunun üniversiteye başladığı sabahki gibi... Seyfi kapıdan çıkarken, dualar mırıldanmış, okuyup üflemişti; Seyfi de eğilip annesinin elini öpmüştü.

Seyfi’nin yanına bir hademe katıp Ayniyat’a gitmelerini söylediler. Seyfi, hademenin yanında iki kat merdiven indi. Loş, gün ışığı almayan, çıplak ampullerin sarımsı aydınlığında insana hüzün veren bir koridora girdiler. Hademe koridordaki kapılardan birine vurdu. Her zaman olduğu gibi içerden ses gelmedi. Ama hademe, ses filan beklemeden kapıyı açmıştı bile. Seyfi’ye geçmesi için yol verdi; odanın boşluğuna doğru, “Yeni memur!” diye seslendi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.