Borges’in Kaplanları

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

"Borges’in Kaplanları" daha büyük!

Demir Özlü’nün edebiyat yazılarından oluşan "Borges’in Kaplanları", ilk basımına eklenen on iki yazıyla genişleyerek, yıllar sonra yeniden okuruna ulaşıyor.

Öykü, roman ve anlatılarıyla 1950 Kuşağı’nın önde gelen yazarlarından Demir Özlü bu kez yazılarıyla karşımızda. Deneme, eleştiri, inceleme, değini... Türü ne olursa olsun, bir edebiyat ve düşünce adamının kalemi işliyor. Nihayetinde, bir edebiyat bilinci aşılayan, bir düşünce ufku getiren yazılar her biri.

Beat akımından Yapısalcılık’a, Dostoyevski’den Sabahattin Ali’ye, Borges’ten Onat Kutlar’a, özellikle son yarım yüzyılı etkileyen kitaplar ve yazarlar üstüne düşünen Demir Özlü, Türkiye’ye özgü sosyal, siyasal ve kültürel tartışmalardan hiç uzaklaşmadığını da gösteriyor.

Şimdi, okuduklarımız üstünde durup düşünme zamanı.

“Şu Birey”

Bizdeki edebiyat eleştirisinin, uzun yıllardır getirip şu gündelik yazın alanına yerleştirdiği “bireyci yapıt-toplumcu yapıt” ayrımının ne denli işe yaramaz, epeyce de bayağı bir ayırım olduğunu söylemeden edemeyeceğim.

Birtakım aklı başında kişiler çıkıp bu ayrımın saçmalığını – bireyselmiş gibi görünen kimi şiirlerin, hikâyelerin, romanların –sırasında– toplumsal olanı da en derin görüşleriyle yansıttığını; öte yandansa bazı, sadece toplumsal kaygılarla yazılmış yapıtların hiçbir şey yansıtmadığını anlatmadılar değil. Anlattılar ama düşüncelerini de pek dinletemediler. Gündelik, harcıâlem ayırımı tekrarlayıp duranlar, o kadar çok tekrarladılar ki bunu, gerçekten felsefi olarak da, bilimsel olarak da bir şey anlatmayan bu bayağı ayırım, edebiyat gazetelerinin, edebiyatın yüreğinden uzak sütunlarıyla, düşünmeyen zihinlerin buz tutmuş katmanlarına yerleştirilmiş oldu.

Bilmez değilim, toplumların yaşamlarını da, birtakım toplumsal sorunları da şöyle ya da böyle irdeleyen edebiyat yapıtları vardır. Bunların içinde, kuramsal (teorik) düşünceye yakınlık gösterenlerden kimisi yazınsal nitelikler de taşırlar, taşıyabilirler. Edebiyat yapıtı derin yazınsal niteliklerini, sadece, kuramsal doğrulardan büsbütün uzak kaldığında gösterir, diyemeyiz. Şiir, hikâye, romanın yaratılmasında duyuşun, sezginin, coşkunun, bilinçlilikle birlikte bilinçdışı oluşun, nihayet bilinçaltının, imgenin, düşün... yaratıcı bireyin payı büyüktür diye, onların yaratılış alanlarını, içinde akıl ve bilinçlilik öğelerinin fazlasıyla barındığı kuram alanının her zaman büsbütün de dışına koyamayız. Ama ortaya çıkış nedenleri, yaratılışları, zihinsel ürünler olarak yapıları farklı olan kuramla edebiyat yapıtını özdeşleştirmek, kuramın vereceklerini edebiyat yapıtından beklemek ya bilgisizliğin ya da kötü politikaların sonucudur ancak. Bilgisizlik üzerine ne diyeyim? Elbette, kesin olarak aşılması gereken bir durumdur bilgisizlik. Ama kötü politikalar... bu tür politikaların, geçmişteki politik deneylerden ders almış insanlara pek bir şey söyleyeceğini sanmam. O tür politikalar, ancak zora başvurdukları zaman, düşünen insanlara bir şeyler, ama kötü bir şeyler söylemiş olurlar.

“Bireyci yapıt-toplumcu yapıt” ayrımı edebiyat eleştirisi alanında, günümüzde, “sosyalist kuram” adına yapılıyor. Ama bu çeşit basitleştirilmiş, ayağa düşürülmüş ayırımların, aslında kuramın da yapısına aykırı olduğu açık. Çünkü kuram, oluşma sürecinde, elbette bireyin durumunu da toplumsal koşullarla birlikte ele almaktaydı; bireysel yabancılaşma sorununu toplumsal koşullardan, toplumsal konumu da tarihsel gelişimden hiç  mi hiç ayırmıyordu.

Düşüncemi başka bir biçimde söylemek istersem: Tarihsel yabancılaşma, çağdaş gündelik yabancılaşmayı doğuruyor, bu da bireyin bilincine ve yapıp ettiklerine, pratiğine yansıyordu. Tümü birbiriyle iç içe, tümü birbirini doğuran ve etkileyen olgulardır bunlar. Günümüz kuramcılarının “gündelik hayat” üzerinde bu kadar özenle durmaları boşuna değildir.

İnsan nesneleşmişse tarihten gelen bir olgudur bu. Öyle ki –bu olgu– insanın tarih içindeki bütün etkinliğine de bağlıdır. Gene insan nesneleşmişse –ve çağdaş edebiyat, kuramsal açıdan bakılınca en çok bu olgu çevresinde dönüp dolaşıyor görünüyorsa– topluma da tarihe de bağlı bir konumdur bu.

Ayrıca insanın tarihsel süreç içindeki bütün maddi ve düşünsel etkinliklerine de bağlıdır. Öyleyse yazar, yapıtında projektörü ister birey üzerine tutsun, ister sadece ya da, daha çok, toplumsal koşullar üzerine tutsun insanın bu durumunu elbette yansıtabilir. Şu ya da bu biçimde. Bireysel olan toplumsal olanın da ta kendisidir. Orhan Kemal’in hikâyelerinde bu ne kadar toplumsal açıdan yapılmışsa, 1950 Kuşağı’nın hikâyelerinde de, o kadar bireysel ya da öznelci açıdan yapılmıştır. Önemli olan yazarın taşıdığı bilinçtir, yazarın çağı üzerinde edindiği bilinç, kendi çağındaki insan gerçekliği üzerine vardığı bilinç... Bütünüyle insansal, insanla ilişkili bir denemedir edebiyat. Her şeyden, politikadan da daha çok, doğrudan doğruya insana bağlı olan odur.

“Bireyci yapıt-toplumcu yapıt” ayırımıysa, kuramın oluşma sürecini bir yana bırakmış, onu indirgemiş, klişeleştirmiş, bir işe yaramaz hale getirmiş basitleştirmelerdir. Kötü politikalardan başka bir yerden beslenmezler. Bir anlamları da yoktur. Sadece bazı olguları, toplumların yaşamında ortaya çıkan ve zaman zaman en derin anlamda gerçeklikten kaynaklanan olguları dışlamaya yararlar. Ama neyin adına?

Toplumsal koşulları, toplumsal koşulların birey üzerinde yarattığı etkileri, bireyi biçimlendirmesini görmeyen, bireyci bir metafizik ardında olan yapıtlar yok mudur? Vardır elbette. Ama daha ilk bakışta görünür o yapıtların zayıflıkları. Öte yandan, güncel yazınımızda “bireyci yapıt-toplumcu yapıt” ayırımı, bu yapıtları göstermek için yapılmıyor. Tersine, bu ayırım, belli bir sözlükle konuşmayı sürdürürsek “yabancılaşma kuramı” göz ardı edilerek, “nesneleşme” olgusu tarihsel-felsefi bağlamından koparılarak yapılıyor. Niçin? Açıkça söyleyeyim: Sözde politika yapıyorlar bu sözlüğü kullananlar.

Varoluşçu Kierkegaard, gelecek insana seslenirken “Şu Birey” diye seslenmişti. 19. yüzyılın zengin düşünce dünyasında, Stirner’in de, Bauer’in de, başkalarının da düşünceleri, eleştirilmek için de olsa, “sosyalist kuram”ın kurucularını ilgilendirmişti.

Belirtmek istediğim, birbirini etkileyen, birbirinin oluşmasına yardım eden zengin bir düşünce ortamının nimetleri değil sadece. Öyle ya, her kuramsal-felsefi düşünce, içinde doğduğu çağ çerçevesinde ele alınmalıdır. Onu, çevreleyen koşullardan ayırdınız mı, canlılığını yitirir o düşünce. Siz de düşünemez olmaya başlarsınız. Ortaçağ kilise Aristoculuğu başlar artık.

“Şu birey!” Bir başına, bireysel insan. Danimarka dilinde “einzelne”, “enkelte” (unique/tek insan). Kendisi olmak isteyen, kendi başına kararlar vermek isteyen insan –şu birey!– ortaya çıkmadan insan özgürleşmesinden söz edemezsiniz. O olmadan söz edebileceğiniz özgürlük, toplumsal koşulların zorunlu düzeltilmesi ölçüsünde bir özgürlüktür ancak.

Bireyin ortaya çıkışı... onun öznel dünyası... özgürlüğe gitmek isteyen birey. Bireyin, birey olmasını, onun özgürleşmesini engelleyen her çeşidinden yabancılaşmalar, bütün bunlarla savaşma... günümüz yazınının engin kaynaklarıdır bunlar.

Yazında bireyin ortaya çıkışı, hem gelişmek isteyen insan özgürlüğünün bir simgesidir, hem de yaratıcı yazarın yaratıcı gücünün bir işareti.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.