Bizans Süiti

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Rosie Pinhas-Delpuech, 1946’da İstanbul’da, baba tarafında bir dönem Almanca’nın baskın olduğu, anne tarafında Yahudi İspanyolca’sının baskın olduğu, evde daha çok Fransızca konuşulan bir aileye doğdu. Kitaptaki öyküler, kimi zaman annesinin veya babasının yaşadığı gerçek bir olayı, kimi zaman masal kitaplarına geçmiş masalları, kimi zaman da Kutsal Kitapta yer alan efsaneleri anlatıyor.

Gece Poyraz Sokak. Olur da kaybolursan, Poyraz Sokak’ta oturduğunu söylersin. Tekrar et bakalım: Poy-raz so-kak. Bu, çocuğun uzamdaki ilk adresi. Ve biricik olanı. Zamanı geldiğinde ötekilerin hepsi silinecek. Bu kalacak, gecenin içinde ışıklı bir nokta. Poyraz Sokak kuzey rüzgârının hızla dalıp estiği, kışın karın sert bir tipiye dönüştüğü dik yokuşlu bir sokak. Kuzey rüzgârı sokağı, ismi bu. Çocuk henüz hiçbir dili bilmezken, onu böyle duyuyor; henüz konuştuğunu ve hangi dilde konuştuğunu bilmeden, nefes alır gibi konuşuyor. “Poy-raz”da, arada bir ona bakmaya gelip masallar anlatan pamuk saçlı anneannesinin, yaya’sının “y”si gibi yumuşak damaksı sesi, “raz”da babasının razuar’ının yani tıraş bıçağının çıkardığı sesi, hiç ellenmemesi gereken bileylenmiş bıçakları, dışarıda esen ve insanın ayağını kaydırıp yere düşüren, hatta bir yerini kırdıran karayeli, parmağını sokan arıların vız vız eden sesini duyuyor. Sokak’ta ise rü sözcüğündeki yumuşaklığı değil de batan, kıran, ezen, tehlikelerle dolu dışarısını çağrıştıran bir şeyler duyuyor. Bu dik yokuşlu sokakta bir kuş yuvası gibi tepeye kurulmuş eski bir ahşap ev var. Dışarıda kar yağarken ve insan soğuk ve açlıktan ölebilirken, içerisi sıcak; bir baba var, bir anne ve arada bir de bir anneanne. Kuzey rüzgârının esip savurduğu dik yokuşlu bir sokaktaki sıcacık bir ev: “Poy”daki yumuşak damaksı ses ve “raz”daki keskin ayazla Poyraz Sokak bunların tümü. Çocuğun bu evde ilk hatırladığı şey, sesler. Akşam, babası kütüphaneli lacivert divanda kitapların ve abajurun yanına oturmuş. Genişleyip kısılan kocaman yeşil gözlü radyoyu dinliyor. Çocuk babasının kucağına sokulmuş. Kulağı babasının kalbinde, o da dinliyor. Gövdeden çıkan sesler, yediklerini sindirmekte olan mideden gelen gurultular, pompalayan ve pompalayan kalp, kanın bu kalbin boşluklarına dolup dolup boşalması, açılıp kapanan ve açılıp kapanan o küçük kapakçıklar ve uzakta, başının üstünde, şakaklarda ve yumulmuş gözlerin kenarındaki derinin altında ritminin şekillendiğini gördüğü o boğuk ve tehditkâr atışlar. Gövdeden, bir gün babasının onu son hızla dönen, üzerine ipliklerin sarıldığı ve sarıldığı sıra sıra bobinleri göstermek için götürdüğü dokuma atölyesindeki gibi büyük bir gürültü çıkıyor. Sanki babası akşamları atölyesini içinde taşımaya devam ediyordu. Çocuk çok korkmuştu. Bobinlerin son hızla dönüp duruşu ve o mahşeri gürültü. Babası ona makinelerin kirli beyaz renkteki kaba pamuk ipliğini temizlediğini ve her dönüşte biraz daha kocamanlaşan pamuk helva ya da büyük beyaz şamdanlar gibi sıralanmış bobinler üzerine sardığını söylemişti. Yağlı bitki tozundan korunmak için tıpkı babası gibi eldiven giymiş erkekli kadınlı işçiler, zaman zaman takılıp bütün bir sırayı aksatan ipliği kontrol ediyorlardı. Babaya gülümsemişler, sokaktaki dilde konuştukları için dediklerinden hiçbir şey anlamayan çocuğun başını okşamışlardı. Bu dikiş ipliği mi? Hayır, senin giydiğin o küçük beyaz fanilaların dokunduğu iplik. Aman bobinlere yaklaşma. Babası onu kucaklayıp sımsıkı sarılmış ve makinelerin bulunduğu salonun kapısını aceleyle kapatmıştı. Griye çalan kaba iplik, koku, toz, gürültü çocuğun midesini kaldırmış, içinden kusmak, öksürmek ve ağlamak gelmişti. Babasının bu bebek sözcüğü gibi, bobo gibi aptal “bobin” sözcüğünü telaffuz etmesinden hoşlanmamıştı. Sonra babası onu yazıhanesine götürmüş ve ona kırmızı mavi çizgili büyük hesap defterinin iki yanına dizili kocaman tahta kurutma kâğıdı altlığı ile mürekkep hokkasının yanına konmuş minicik sihirli bir şey göstermişti. Baba bu deftere sayılar ve harfler yazıyor, sonra da mürekkebi emen kurutma kâğıdını yazdıklarının üzerine bastırıyordu. Çocuk, babasının masasının başında sakin sakin oturup, tıpkı yayın teller üzerinde harekete geçişi gibi, yazmaya başlamadan önce hafifçe tereddüt ederek, bileğinin zarif bir hareketiyle sayılar, en çok da yuvarlak, bitişik, ahenkli harfler çizişini seyretmeyi seviyordu. Bu, kalitesini kontrol etmek, dokunduğu düz ya da büklümlü katları saymak için ipliğin üstüne tutulup bakılan üç yüzlü minyatür bir büyüteçti. Deriye yaklaştırıp tutunca, otlara benzeyen sarı ayva tüyleri görünüyordu, gözenekler kocaman çukurlar, eldeki çizgiler uzun uzun yollar oluyordu. Derisinin üstünde minicik bir dünya keşfederek mest olan çocuk uzun süre bu nesneyle oynamış, babası da onu eve götürmesine izin vermişti. Ama dokuma atölyesine gittiğinden beri kâbus görmeye başlamıştı, hep aynı kâbustu ve çocuk yatağa gitme saatini geciktirmek için oyalanıp duruyordu. Şişip inen şu et ve kandan ses kutusunun içindeki mahşeri gürültü yavaş yavaş hafifliyor, çocuk kendini suların üstünde yüzer gibi hissediyor ve öteki kulağıyla, yavaş yavaş babasının içini geçirten seslerin çıktığı öteki kutuyu dinliyor. Babası gözleri kapalı, dinliyor. Çocuk kırpılıp duran ve kapanmayı reddeden çocuk gözkapaklarının arasından ona bakıyor. Radyonun durmadan titreşen, daralıp genişleyen yeşil bir gözbebeği var. Arada bir babası, sesler orasından burasından içine girerek canını acıtıyormuş gibi titreyip ürperiyor. Bazen çok ince ve ışıltılı sesler çıkıyor, güneş ışığı sanki nefesini tutuyor. Sonra da, çocuğun üzüldüğünde yaptığı gibi içini çekiyor. Çocuk babasının uzaklaştığını, erişilemez olduğunu hissediyor. Oda karanlık, baba ve çocuk sarı ışık halkasının içindeler, etraf çepeçevre gece ve sessizlik.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.