Aydınlığa Mektuplar (1928-1937)

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Aydınlığa Mektuplar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında gazetelere gönderilen okur mektuplarından yapılmış bir seçki. Birbiri ardına devrimlerin gerçekleştiği, eski yaşam biçimlerinin kurumlarıyla birlikte geride bırakılıp yenilerinin oluşturulduğu bir dönemin eğilimlerini, sorunlarını ve hatta bizim dönemimizle benzerliklerini halkın kaleminden yansıtan mektuplar, 1928-1937 yılları arasında yayımlanmış binlerce gazeteyi tarayan Güney Dinç’in titiz çalışması sonucunda bu kitapta bir araya getirildi.
Altı ana başlık altında halkın, dönüşüm ve değişim dönemine, kadın erkek ilişkilerine, çalışma yaşamına, hukuki süreçlere ve kent yaşamına dair sorunlarını ve düşüncelerini yansıtan, eğlenceli, şaşırtıcı ve düşündürücü bir seçki sunuyoruz sizlere.

Sunu


Her sabah elinize aldığınız gazetenin “Okuyucu Mektupları” bölümünü aradığınız oluyor mu? Pek sanmıyorum. Önce birinci sayfadaki büyük başlıkları, ardından ilginizi çeken haberleri okuyorsunuz. Spor sayfasına şöyle bir göz attıktan sonra, “Bakalım bugün hangi soruna değinmiş” diye sevdiğiniz köşe yazarının açtığı söyleşiye katılıyorsunuz. Günümüzde kimi gazeteler pazaryeri gibi. Çok uğraşırsanız belki okunacak daha başka şeyler de bulabilirsiniz. Oysa sizin süreniz tükenmiş olmalı. Gazeteyi katlayıp koşar adım işe, okula veya başka bir yere gidiyorsunuz. Gün boyu ertelediğiniz okuma isteği akşam eve döndüğünüzde, yorgunluktan uzandığınız televizyonun karşısında uçup gidiyor. Yarın yeni bir gün başlayacak. Yeni sorunlar, yeni savaşlar, yeni zamlar… Dünkü gazeteyi alışkanlıkla çöp kovasının dibine seriyorsunuz. Okumak dinginlerin işi. Bulmaca çözmeye bile vakit bulamayan kişi, okuyucu mektuplarıyla nasıl ilgilensin? Kaldı ki, artık okurlar da çok az yer bulabiliyorlar kendilerine gazetelerde.
Dünya, ünlülerin dünyası. Tarih Baba, hele bir kez kişinin yakasına yapışmasın. O artık hiç unutulmuyor. Çoğumuz dedelerimizin adını bilemiyoruz ama, acımasız savaşçıların, devlet yıkıp devlet kuran politikacıların, yeryüzünü aydınlatan bilgelerin yaşam öykülerini bir solukta anlatabiliyoruz. Çağlarına damgasını vuran önderler, iz bırakan sanatçılar, yüzyıllar sonra da anımsanıyor; kitapları okunuyor, oyunları izleniyor, yontuları sergileniyor. İnsanlığın değişen ve değişmeyen yargılarını, onların ürünlerine bakarak değerlendiriyoruz.


Bir de anımsanmayanlar var. Gösterişsiz, ünsüz, yalın. Okulda, karakolda dayak yiyen, otobüste birbirinin ayağına basan, emekli aylığını alabilmek için banka kapılarında sabahlayan insanlar. Her sabah penceresinden izlerken gönençlendiği ıhlamurların hoyratça budanıp köklenmesine yüreği elvermeyen doğa tutkunu insanlar. Suç işlemedikçe, bir lokomotifin çelik tekerlekleri altında can vermedikçe, gazetelerde adları okunmuyor. Alanları doldurmak için toplandıkları törenlerde kürsüye tırmanıp söylev vermiyorlar. Çalışıyor, üretiyor, bir o kadar da düşünüyorlar. Yeşilin hiç tükenmediği aydınlık kentlerde onurlarıyla yaşamak istiyorlar. Milyonlarla gelip, milyonlarla gidiyorlar. Acılarıyla umutlarıyla, tepkileriyle arkalarında koskoca yaşamlar bırakıyorlar da, Tarih Baba böylelerinden hiç söz etmiyor.
Yeryüzü, gerçekte anımsanmayanların dünyası. Tarih Baba ’nın doygun belleğinde yer bulamamak kimsenin umurunda değil. Yaşam doludizgin koşuyor. Yanlışlıklar, haksızlıklar birbirini kovalıyor. Bunların karşısında susmak, insanın doğasına aykırı. Sorunları dost söyleşilerinde tartışmak, çözümsüzlükleri aşmaya yetmiyor. Toplumsallaşmak gerekiyor. İşte o zaman sokakları dolduran çok sesli kalabalıkların örtemediği acı gerçek su yüzüne çıkıyor. Çağdaş insanın önlenemeyen yalnızlığı…
Günümüzde toplumsallaşmanın süzgeçlerinden geçebilmek çok güç. Artık insanlar eski çağlarda olduğu gibi geniş alanlarda tartışıp ortak yargılara varamıyorlar. Yakınmaları, önerileri yöneticilere doğrudan ulaşamıyor. Toplumlar, örgütleriyle soluk alıyorlar. Örgütlerde amaç dışı sapmalar olunca, bireyin yalnızlığı daha da artıyor. Siyasi partiler, bir yerlere tırmanma kavgası verenlerin tekelinde. Orada düşünceler değil, yandaşlar yarıştırılıyor. Sendikalar, dernekler, kimi kuruluşlar, yıllanmış yöneticilerinin ekmek teknesi. En yalın istemler, yerlerinden olma korkusunu yüreklerinden atamayan örgüt yöneticilerinin sert tepkileriyle bastırılıyor. Böylesine bozbulanık kaygan ortamlarda, duru düşüncenin tutunacak yer bulması olanaksız. Kişi zaten, kamu organları önünde işin başında yenik düşmüş. Sesini duyuramamış, sözünü geçirememiş. Sokaktaki adamın, köşe yazarları gibi her sabah gazetesinde düşüncelerini açıklayacağı bir yeri de yok. Hangi telden çalacağını bilemeyen yazarın yorgun dizgelerinden konu bulma sıkıntısı çektiğini izlerken, dert yüklü kişinin susup kalması dayanılacak şey değil.
Basının iletişim gücü, okurları da harekete geçirmiş. Yayın yoluyla sağlanan toplumsallaşma, suskunluğu aşmak isteyen kimi insanların umut ışığı olmuş. Okuyucular gazetelere gönderdikleri mektuplarda yalnız kişisel yakınmalarını iletmekle yetinmemiş, çok geniş alanlara yayılan öneri, eleştiri ve saptamalarıyla, insanlığın anı defterini tutmuşlar. Bugün çoğumuz gazetelerdeki okur mektuplarıyla belki yeterince ilgilenemiyoruz. Ancak geriye dönük bir araştırma, karşımıza şaşırtıcı ve bir o kadar da düşündürücü görüntüler koyuyor. Tarih Baba’ya inat, yakın geçmişin insan dokusunun çeşitliliğini okuyucu mektuplarında buluyoruz. Yalın insanların oluşturduğu mozayiğin kıvrımları arasında dolaşırken, “Neden bu uyarılara zamanında gereken ilgi gösterilmedi de, sorunlar yığınlaşıp sonraki kuşakların başına yıkıldı” diye düşünmekten geri duramıyoruz.
Araştırmamız, 1928–1937 arasındaki on yıllık zaman kesitini kapsıyor. Çok karmaşık ve sorunlarla yüklü bir dönem. Cumhuriyet yeni yeni kurumlaşıyor. 1925’te uygulamaya konan Takrir-i Sükûn Yasası ile kimi gazeteler ulusal çıkarlarla çelişen yayınlar yaptıkları gerekçesiyle kapatılıp susturulmuşlar. Basın, devrim ortamının çalkantılarından kaynaklanan bu değişimlerin arasında yerini bulmaya çalışıyor. Okur yazar oranı genel nüfusun yüzde onunu aşmıyor. 1 Kasım 1928’de yürürlüğe giren 1353 sayılı “Yeni Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbikatı Yasası” ile yazı devrimi başlıyor. Yasa gereği 01 Ocak 1929’dan sonra bütün kamusal organlar gibi, basın da yeni harflerle yayın yapmak zorunda. Halk henüz yeni yazıyı öğrenemediğinden gazeteler tam bir şaşkınlık içinde. Bu kadar kısa süreye sığdırılan ödünsüz dönüşümler nedeniyle okuyucu sayısı hızla geriliyor. 1927’de on dört milyonluk Türkiye’de yayımlanan gazetelerin günlük toplam tirajı 45.000, genel nüfusa oranı % 3,2 iken, 1928’de Latin alfabesinin uygulanmasıyla tiraj 19.000’e, oran da % 1,4’e düşüyor. Sonraki dönemde, gazetelerin 1927’deki okuyucu oranına ulaşabilmeleri için daha on yıl geçmesi gerekecektir. 1928–1929 yıllarında gazeteler tüm okuyucularını yitirmemek için yeni yazıya aşamalı bir biçimde geçtiler. Gazetelerin, dergilerin kimi sütunları Arap harfleriyle basılırken, öteki yapraklarında yeni yazı kullanıldı. Bazı gazeteler yasanın izin verdiği sürenin sonuna değin eski harflerle yayınlarını sürdürdü. Bu olguları gözlemleyen Hükümet, yeni harflere geçişte öncülüğü üstlenen gazetelere üç yıl süreyle ekonomik yardım yapma kararı aldı.
Biraz gecikmeli de olsa, 1929 dünya ekonomik bunalımı Türkiye’nin kapılarına dayandı. Bu sırada ülkede, ekonomik ve toplumsal içerikli önemli dönüşümler yaşanıyordu. Özellikle 1928’de başlayan ve otuzlu yıllarda doruğuna ulaşan girişimlerle, Osmanlı artığı işletme imtiyazlarına son veriliyor, yabancılara ait yatırımlar, sürelerinin dolması beklenmeden karşılıkları dövizle ödenmek koşuluyla art arda devletleştiriliyordu. Devletçilik koşulların zorladığı bir yöntem olarak gündeme gelirken, yabancılardan artakalan küçük işletme ve hizmetlerde Türklerin çalışmaları özendirildi. Özellikle yöneticiler ve kentli aydınlar, Batı’nın değer yargılarına, çağdaş yaşam biçimine sahip çıkmak istediler. Ekonomik ve toplumsal içerik kazanan ulusallaşma, batılılaşma akımlarıyla atbaşı gitti. Bütün bu değişimlerin etkileri su yüzüne çıkmakta gecikmedi. Toplumsal sınıflar arasındaki farklar belirginleşti, kalın çizgilerle ayrılan kent ve köy yaşamı birbirinden uzaklaştı. Cumhuriyet’in ilk Basın Yasası, 1931 yılında bu koşullarda yürürlüğe girdi. Yeni yönetimin basınla hesaplaşması olarak nitelenen yasa, hilafet, saltanat, anarşizm ve komünizm yanlısı yayınlara kısıtlamalar getiriyor, yurt çıkarlarına aykırı bulunacak yazılar nedeniyle, yürütme organına gazeteleri kapatma yetkisi tanıyordu. O dönemde gazeteler kitlesel iletişimin en etkili ögeleriydi ve çeşitli sorunlarla uğraşmak zorundaki yönetim bu gücü güdümü altına almak istiyordu.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.