Avlu

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Avlu, 2. Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasındaki Atina’nın belki de en yoksul mahallesinde yaşayan insanların hüzün ve mizah yüklü öyküsü. Kendisini yeniden biçimlendirmeye çalışan bir kentin geleceğinin belirsizliğiyle geçmişinin kabusları arasında salınan bir toplumun portresini çizen Andreas Franghias’ın romanı, suyun öte yanından tutulan bir ayna.

Her sabah işini bitirip evine gitmek için hazırlandığında, Stathis yola koyulmaya tereddüt edercesine matbaanın kapısında bir süre durur, ellerini ovuşturur ve paltosunu boğazına kadar iliklerdi. Issız sokaklar ve gecenin alacakaranlığı onu korkuturdu. Matbaanın ışıkları, dar sokağın karşı tarafındaki binaların üzerine yansırdı; bu saatlerde pencereler kapalı, kepenkler de inmiş olurdu: Hazır Giyim Atölyesi, Yağ ve Donyağı, sabahçı kahvesi... Bu civarda her şey eski ve tanıdıktı ama biraz ileride gecenin nöbetçileri ve sonu olmayan apartman blokları uzanırdı. Yolları tek tük lambalar aydınlatırken insanlar hâlâ uyuyor olurdu... Ansızın, matbaanın gürültüsü diğer tüm sesleri bastırdı. Yoğun gürültünün döngüsü içinde giderek hızlanan, ardı ardına gelen dalgalar Stathis’i kapıdan iterek uzaklaştırdı. Gazete basılmaktaydı, henüz hava aydınlanmamıştı ama güne başlanmıştı bile. Hazırlıksız olarak başladığı bu küçük yolculuğu onu, sıra sıra odaların dizilmiş olduğu bir avluya götürdü. O tanıdık sokaklar adama bu kez tamamen yabancı geldi; gecenin şu en belirsiz saatinde yapayalnız yürüyordu. Evine yaklaştıkça gün ağarmaya başladı ve bu değişiklik, yolculuğunun asla bitmeyeceği izlenimini yarattı. Avluda, her zamanki gibi, sakin çatılardan yükselen, sokaklarda doğan ve evleri saran, belli belirsiz bir parlaklık vardı.
Stathis, avlunun demir kapısından içeriye mümkün olduğunca sessiz girmeye çalıştı. Kapı en ufak dokunuşta gıcırdardı, bu yüzden onu yanlamasına geçebilecek kadar aralamaya çalıştı. Onun dışında herkes uyuyordu ve olaylar hâlâ belirsizdi. Anahtarı çengelden çıkardı. Her şeyi, eski ve çok okunmuş bir gazete gibi oracıkta terk etmeye hazırdı. Odasının yeşil, ahşap kapısı biraz daha alçak olsaydı, kafasını her gün ona çarparak geçecekti. Çünkü, eğilmeye ne hali ne de hevesi vardı.
Bugün de yolda kimse tarafından durdurulmadan eve varabilmişti. Her zaman, özellikle köşeleri dönerken dikkat ederdi, zira bedenini nem misali büyük bir korku sarardı. Başına her an her şey gelebileceğinden dikkat çekmemesi çok önemliydi. Demir dış kapıyı kapattı ve derin bir nefes aldı. Aslında eve salimen ulaşmak o kadar da büyük bir marifet değildi.
Daha, uzun geçidin sonuna varmadan, terasın döner merdiveninden hızlı ayak sesleri duydu. Öndeki evin giriş katında oturan kız, yani İsmini ona yaklaştı ve kolunu tuttu.
“Bugünkü gazete var mı?” diye endişeyle fısıldadı.
Stathis şaşırdı. Niçin istiyordu acaba?
“Basım başlar başlamaz ayrıldım... Ne oldu ki?”
“Yok, bir şeye bakacaktım sadece...”
Adam kapısına ve uzun yolculuğunun sonuna doğru birkaç adım atarak kızdan uzaklaştı. Fakat İsmini onu takip etti, dudağını adamın kulağına yapıştırdı ve daha da alçak bir sesle bir şey sordu.
Stathis şaşırdı, kaşlarını çattı ve anlamaya çalıştı. İsmini bekledi. Gazetede yazılan bir şeyler varsa; bunun mutlaka kötü bir haber olacağını biliyordu. Sorusunu tekrarladı:
“Gazetede onun hakkında bir haber var mı? Adı bir yerde gözüne çarptı mı?”
“Hayır...”
“Lütfen hatırlamaya çalış...”
Stathis avucuyla alnını kavradı; her şeyi hatırlıyordu. Eski dostu Angelos birden mekânı doldurdu. Bu olayın yarattığı panik kasırgası sabahın ilk ışıklarının yarattığı güveni yerle bir etti.
“Onu yakalamadılar, değil mi?”
“Bu yüzden sordum zaten... acaba gazetede...”
“Bir haber olsaydı dikkatimi çekerdi... hayır, onun adına rastlamadım...”
“Yolda dikkatini çeken bir şey oldu mu?”
Stathis tekrar ‘hayır’ diyerek anahtarı çevirdi; kapıyı açarak bu konuya bir son verip uyumak istiyordu. Şimdi daha kuvvetli bir uyku ve yorgunluk bastırmıştı. Eğer İsmini ona inanmıyorsa, birkaç saat sonra gazeteler çıktığında emin olabilirdi. Kapısına doğru biraz daha ilerledi ve tam kıza güle güle diyecekken, kız onu tekrar sıkıca kavradı.
“Seninle konuşmak istiyorum...”
“Söyle”, dedi iç çekerek.
İki yanında sarkan kollarını kıza doğru açarak, hâlâ ayakta durmasının bir fedakârlık olduğunu ama önemli bir sebep varsa onu dinlemeye de hazır olduğunu ima etti. İsmini, hemen eski ve uzun bir hikâye anlatmaya başladı. Neyse ki Stathis’in zaten çok iyi bildiği bir hikâyeydi, bu yüzden de dinlemesi gerekmiyordu. O zamanlar Angelos’un davası ile ilgili tutanakları ve kararı kendisi dizmişti. O korkunç ‘gıyabında idama mahkûm edilme’ haberinin harfleri teker teker ellerinden geçmişti. Bu haberin kanında, gözlerinde ve parmak uçlarında yakıcı bir şekilde dolaştığını hissetmişti. Erimiş kurşun metal boşluklarla karışmış, makinenin demirleri karşı koymuş, az kalsın kırılacaktı. Hâlâ hatırladığına göre bir kış gecesiydi, yağmur yağıyordu –evet, ’47 Şubatı’ydı– ve kalıpların tıngırtısı yağmurun gürültüsünü boğuyordu. Haberin yer aldığı metin çıkınca her şey donmuştu. Angelos idama mahkûm! Ama o zamandan bu yana seneler geçmişti –tam olarak yedi sene– ve o kısa ama feci haberin devamı gelmemişti. İsmini onu bu olaydan önce de seviyordu. Stathis onları birçok kez terasın döner merdiveninde oturmuş, sohbet ederken görmüştü. Ama kız da onu bekleyecek kadar yürekliymiş! Korkuya alışmış ve çelik gibi sinirlerinin olması gerekirdi.
Gün ağarmaya başladığında kızın yüzüne ışık vurdu ve solgunluğu daha belirgin bir hal aldı. Bu heyecanlı, sonu olmayan ve belirsiz korkuya daha fazla dayanamadığını Stathis’e anlatmaya çalışırken gözleri iyice büyüdü. Stathis, İsmini’nin sadece birileriyle konuşmak istediğini anladı. Kızın dudaklarının titrediğini, simsiyah saçlarının taranmamış olduğunu, parmaklarının ise, kendisini yıllardır donduran bu durumdan dolayı, artık kıvrılmadığını görebiliyordu. Nefes almadan, içindeki havayı tutarak, her şeyi bir solukta söylemek istercesine konuşuyordu. Sabahın bu şeffaf sessizliği fısıltıları büyütüyordu ve her ne kadar herkes uyuyor gibi görünse de, kapalı bir pencerenin arkasında nelerin olup bittiği asla bilinemezdi. İsmini adama o kadar çok yanaştı ki, artık nefesi adamın yanağını ısıtıyordu.
İsmini’nin konuştuğu süre içinde Stathis kurnazca kapıya olan mesafesini azaltıp, sonunda kapının çerçevesine sıkıca sarıldı. Ancak kız onu takip etti ve gazete haberleri arasında Angelos’un adına rastlayıp rastlamadığını hatırlaması için tekrar yalvardı.
“Sana hayır dedim ya... Hiçbir olay yok, neden gidip uyumuyorsun şimdi? Bunca seneden sonra...”
İsmini adama sert bir bakış fırlattı. Ciddi bir ifadeyle, beklemekten asla yorulmadığını, kendisine acı veren tek şeyin adamı sarmalayan, o bitmek bilmeyen tehdit ve tehlike olduğunu söyledi. Sanki aradan bir gün bile geçmemişti... En azından bir şeyler bilebilseydi, adamın hayatta olduğundan emin olabilseydi.
“Bütün bunları neden bana söylüyorsun?”
“Ama sen onun arkadaşısın... onu merak eden tek kişisin.”
Stathis hareketsiz kaldı, dinlemekten çok hatırlamayı yeğliyordu.
“Angelos’u görmek isterim... Biliyorsun, her zaman matbaadayım, bir akşam arasın beni.”
“Onu görmüyorum, nerede olduğunu bile bilmiyorum” dedi İsmini.
“Gördüğünde selamımı söyle...”
“Demek dediklerimden hiçbir şey anlamadın. Beni dinlemiyor muydun?”
“Dinliyordum... Demek onu görmüyorsun.”
“Beş yıldır onu bir kez bile görmedim diyorum sana.”
“Tuhaf!”
Stathis’in kıza inanmadığı ortadaydı. Tabii, İsmini onu görmediğini söylemekle iyi yapıyordu ama, buna kendisi bile inanacak kadar ileri gitmemeliydi...
“Bunca yıldır neden gizleniyor peki?”
İsmini, bu anlamsız soruyu sormasına şaşırdı.
“Kurtulmak için tabii” dedi. “Başka ne yapabilir ki?”
Şimdi kızın yüzü açıkça görünüyordu. Gökyüzündeki ışık evlerin üzerine yayılıyordu. Kız siyah saçlarını topladı. Gözleri her zaman berrak ve parlaktı. Stathis kızın şaşkınlığından faydalanarak kapısının kilidini açtı. Odasına havasızlık ile yıkanmamış kıyafetlerin karışımından kaynaklanan kötü bir koku hâkimdi.

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.