Aşk Meçhule Yürür

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Belleğin karanlık kuyusuna yolculuk
Filiz Özdem'den yeni bir roman: Aşk Meçhule Yürür

YKY okurlarının, çoçuklara yönelik eserleriyle olduğu kadar “Korku Benim Sahibim”, “Düş Hırkası” ve “Yalan Sureleri”nden oluşan “Veda Üçlemesi”yle ve “Rüya Bekleyen Adam” adlı romanlarıyla tanıdıkları Filiz Özdem, yeni romanı “Aşk Meçhule Yürür'”de, “Deniz çekildiği zaman, nasıl ki kumsalda görmediğimiz bir sürü şey açığa çıkarsa, akıl çekildiği zaman da hayat başka türlü görünebilir insana” diyen kahramanı Mercan'la belleğin karanlık kuyusuna bakıyor.

Roman, artık var olmayan bir geçmişle henüz var olmamış bir geleceğin arasına sıkışıp kalmış, “neşe ile keder, korku ile cesaret, varlık ile yokluk arasında gidip gelen” incinmiş bir kadının hatıralarını taşıyor okura: “Ya ifrat ya tefrit” diyen, “başka türlü biri” olmanın dayanılmaz ağırlığıyla bir türlü hayata karışamayan Mercan'ın  eğilip bükülen “ayarsız” belleği, “akıl çekildiğinde” geride kalanlarla bileniyor; varoluş, keskin bir bıçağa dönüşüyor.

Geçmişin lime lime ipliklerini kelimelerin merhametli dokunuşlarıyla onaran Filiz Özdem, “Aşk Meçhule Yürür'”de varoluşun belleğini sorguluyor; çocukluğun ve aşkın karanlık kuyusunda bulduğu o ağır demir kapıyı, kıldan ince kılıçtan keskin bir soruyla çalıyor: “Hatırladıkların kadar mısın, unutmadıkların kadar mı?”

Nedir Hükmümüzdeki?

Cemal Süreya Sokağı’na bakan geniş, aydınlık bir salonu vardı evin. Bitişik nizam binaların, birbirinin karşısında yüksek beton setler oluşturduğu bu sevimsiz Kadıköy caddesinde, salonundan bakıldığında önünde upuzun bir boşluk, nefes aldıran bir aralık açılan, böylesi bir daire bulmak şanstı. Üstelik sahibinden. Adam avukattı. Oraya taşındıktan sonra bir gün, binayla ilgili bir tamirat meselesi yüzünden onunla telefonda tartışırken, “E canım kaç yıllık bina! Biz yeni kiracıyız, neden ödeyelim?” dediğim için, Abidin günlerce başımın etini yemişti.

Bir eve taşındım mı, birkaç saat geçmeden ev yuvaya dönüşür. Perdeleri takılır, yataklar serilir ve mutfak çay demlenecek, çorba kaynatılacak kıvama gelir.
Nursel Teyzem, hayatta böylesine becerikli olmama hep şaşar. Her şeye çok şaşan, çocukça hayretini hiç yitirmemiş, hayallerine tutuna tutuna bu dünyaya inip çıkan bir peridir bence kendisi. Onunla Baylan Pastanesi’nde tanıştık. Eski zaman âşıkları gibi birbirimizin gözünün içine baka baka tanış olduk. Epey gözyaşı döktük o gün. Geçmiş zaman, şimdi neden ağladığımızı hiç hatırlamıyorum. Birbirimizi ağlatabilecek tuhaf bir güce sahiptik ikimiz de. Sadece bunu biliyorum. O, çocukluk yıllarında, milletin yok ip atlayıp yok top hoplatarak gürültü ettiği bir piknik sefasında, kitap okumak üzere asırlık bir ceviz ağacına çıkıp orada uyuyakaldığı, büyüklerin döne döne arayıp da, “Anam nehre mi düştü, göl mü yuttu, cinler mi kaptı götürdü bu kızı?” diye diye kara yaslara battığı kayıp gününün akşamında, mahmur ve şaşkın gözleriyle ağaçtan inerken, ağaca çıkan kız değilmiş artık. Bilmem. Bana öyle anlatmıştı. Bunu anlatırken, “Kafasını kaldırıp yukarı bakmak gelmemiş kimsenin aklına!” diyor, o ince, çocuksu sesiyle kahkahalar atıyordu.

Ne diyordum... Vay! Ben elin adamına nasıl “canım” dermişim! Abidin başkalarının yanında bazen çok ters davranırdı bana. “Abidin, o canım, muhabbet belirten canım değil! Kızgınlık belirteni, pes artık anlamına...” diye açıklamaktan bitap düştüm.

Böyle zamanlarda hep alttan alırdım. Kâh yanda sallanan, kâh kucağımda sahipsizmiş gibi duran ellerimi yumruk yapardım mutlaka. Şimdilerde pek moda olan iletişim uzmanları o hallerimi görseler, bastırılmış bir öfkeyle dolu olduğumu, savunmaya geçerken saldırganlığımı denetlemeye çalıştığımı falan söylerlerdi mutlaka. Halbuki o anlarda, avuçlarıma bıraktığı yaralı kalbini başkaları da görecekmiş gibi hissettiğim, onun hassas emanetini kimseye göstermek istemediğim için sıkardım avuçlarımı. Bendeki emaneti sebebiyle hoyrat davrandığını düşünürdüm.

O kışın son ayının yirmi ikisinde, eve taşındığımız gün hamile kaldım. O gece yorgunluktan ölüyordum. Yarı uyanık, yarı uyuklar halde, televizyonun karşısındaki yeşil kadife kaplı koltuğa serilmiştik. Abidin saçlarımı okşuyordu. İşte o gece, o yeşil koltukta, o zamanlar televizyonlar kumandalı olmadığı için kalkıp kapatamadığımız; son yapılan anket sonuçlarına göre üç büyük ilde SHP’nin önde olduğu, dövizin fren tutmadığı, Baykal’ın Özal’a hesap soralım dediği, Tahran’dan büyükelçimizin çağırıldığı, türbanın Türkiye ’de serbest bırakılmasının istendiği, Berat Kandili haberleri eşliğinde ve bütün bunlara rağmen duygulu ve yumuşak bir sevişme sırasında hamile kaldım.

Abidin gerçekten çok kıskançtı. Bazen burnumdan getiriyordu. Her akşam, ışıklar yandı mı evin keten perdeleri niçin kapatılmıyor diye didişirdi benimle. Bir yandan bana söylenir, bir yandan da perdeleri çekerdi. O sırada, pencere önünde dizili saksılardan birine mutlaka ayağı takılır, o sinirle bir küfür savururken, ben koca göbeğimi devirmiş saltanat sultanı gibi koltukta yattığım yerden melul melul yüzüne bakardım. Nursel Teyzem nasıl ağaçtan inerken, çıktığından başka biri idiyse, ben de hamile kaldığımdan beri başka biriydim. Abidin söylene söylene yere döktüğü toprakları süpürürken, ben kendi içimde çıktığım uzay gezisinin garip yolcusu olarak bedeninden muaf bir hayalin tatlı salınışı içinde ona hafifçe gülümserdim.

Yaşadığın ânın içinde kendini yetişkin sanıyorsun. Halbuki, üzerinden yıllar geçtikçe, hafızanın fotoğrafhanesindeki karelere baktıkça, insanın burnunun direği sızlıyor, hayata ve kendisine karşı içi merhametle doluyor. Meğer çocukmuşuz hep...

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.