Arzu ve Varlık - Dağlarca'ya Bakışlar

PAYLAŞ
SATIN AL YORUM YAZ
Kitap Akrabalıkları

Bu yıl 85. yaşını kutladığımız Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın uçsuz bucaksız yapıtı, niceliği ve niteliği oranınca eleştirilmemiş, yorumlanmamıştır bugüne dek. Ahmet Soysal'ın Arzu ve Varlık - Dağlarca'ya Bakışlar kitabı akademik yaklaşımdan ziyade dinamik okumalara açılıyor. Hem yerel hem de bütüncül bakış açılarının yönlendirdiği bu kitapta, "Arzu" ve "Varlık" temalarını öne çıkarıyor Soysal. Bu temaların felsefi tınısını, kitaptaki felsefi yaklaşım da doğruluyor. Dağlarca'nın şiiri, Arzu'yu dile getirirken, bir Varlık sorunsalını da ortaya koyar. Ve tabii, felsefi okumaya bu denli elverişli bir şiir de çok azdır. Her büyük şiir gibi Dağlarca'nın şiiri de hem felsefi hem yazınsal yaklaşımla birlikte ele alınması gereken bir şiirdir. Arzu ve Varlık - Dağlarca'ya Bakışlar alanında bir ilk sayılabilir. Başka örneklerini görmek dileğiyle...

ÖNSÖZ

 Fazıl Hüsnü Dağlarca ile Söyleşi


 


I. –Eksik kalan çok şey var. Hem benim birkaç tanecik yazımda, hem de sizinle ilgili incelemelerde. Özellikle 1990’da yayınlanan Uzaklarla Giyinmek (Sığmazlık Gerçeği) yapıtıyla ilgili. Sizinle yapılan söyleşilerin büyük çoğunluğunda, size yöneltilen sorular genel ve sıradan bir çerçeve çizmekten öteye gitmiyorlar.

Yapıtınızın yüzeysel yaklaşımlara sığmazlığı apaçık.

Bu kitaptaki birkaç yazıyla ve bu yeni söyleşiyle söz konusu eksikliği aşamayacağımın bilincindeyim elbet: tek avuntu yapıtınızın bütün gücüyle ortada olması; durum böyleyken, ben yine de eleştiriyle ilgili bir soru sorarak başlamak istiyorum. Belki de temel bir soru: 1. Şiirlerinizin ek bir aydınlığa gereksinimi var mı? 2. Şiirinize bakan eleştirmeni nasıl konumlandırabilirsiniz? Ondan ne bekleyebilirsiniz? Ya da: 3. Onun okura şiirinizle ilgili ne verebileceğini düşünüyorsunuz?

 –Bu uzun sorunun özeti son satırlarda. Sırasıyla yanıtlıyorum.

1. Şiirlerimin ek bir aydınlığa gereksinimi var. Bu ek aydınlık okunan şiirin öncesindeki şiirlerde yatar. Bir ozan ister istemez uzun bir “söyleme” içindedir. Bu “söyleme”ler ozanın ilk çabalarından başlar, sürüp gider. Bir soyut romana benzer bu, başı sonu olmayan bir romana. İçinde ozanın bütün evreni vardır. İşte bu evrenler dizisi ozanın şiirlerinin birbirini aydınlatmasıdır. Bu aydınlanmadan yoksun kalan okuyucu, elindeki şiiri, okuduğu şiiri, eksik anlar.

2. Yukarıda söylediklerim yanıtımın önü olsun. Okuyucu bu kez eleştirmendir. Dolayısıyla bir sorumluluk da yüklenmiştir. Onun, hem o aydınlığı yakalaması, hem de bütün yazınımız içinde, bütün yeryüzü yazını içinde ayırdedebilmesi gereklidir. Eleştirmenler bu kadar değişik aydınlıklara karşı, koyu renk gözlükler kullanmak zorundadırlar. Işıklara karşı, gözleri kamaşmasın diye aldıkları bu önleyici tutum, ne yazık ki onların düşüncelerini de gereken aydınlıktan çoğu kez yoksun bırakmaktadır. Şunu yapmalıdırlar: gözlerini kamaşmaktan kurtaran gözlük, düşüncelerini aydınlığın ayrıntılarından, azlığını, çokluğunu sezmelerinden uzak tutmamalıdır. Bir eleştirmen vardı, çok severdi beni; bütün yapıtlarım çıkar çıkmaz, birkaç yerde incelerdi. Öyle yakınken öylesine anlamasızdı ki,  kendisi bilmeden, benden söz etmemesini başka arkadaşlar aracılığıyla sağladım. Çok şükür, kurtuldu ondan yazılarım.

3. Böyle eleştirmenlerin okura aydınlık değil, kargaşa vereceğini düşünüyorum. İşte gerek bizim yazınımızda, gerek okuduğum kadar başka yazınlarda eleştirmenlere karşı duyulan güvensizliğin temelinde bu var. Çoğu eleştirmen elindeki yapıtın nedenini anlamadan okuyuculara kılavuzluk yapmaya kalkışmaktadır. Yapıtın yazarına böylece en büyük saygısızlığı gösterdiğini bile sezememektedir. Dilerdim ki eleştirmenliğe özgürlüklerini kısıtlamadan bir düzen koyulabilsin.

Eleştirmenler, çoğu kez, okudukları yapıtı düşünceleriyle değil parmaklarıyla yoklamakta, bir el yordamı eleştirisi gerçekleştirmektedirler.


 


II. –Uzaklarla Giyinmek‘ten diğer yapıtlarınızı da temellendiren kimi öz konular ve simgeler saymak istiyorum. “Konular” dediklerim: Sözcükler, Gövde, Sürez, Anı, Doğa, Gelecek... “Simgeler” ise: Gökyüzü, Gece, Su...

1. Güzellik ile Doğru’nun ilişkisi nedir?2. Şiirle varılan Doğru’nun felsefi Doğru’yla bağlantısı?

–1. Güzellik ile Doğru’nun ilgisi, yüzde yüz vardır derken biraz duraklamalıyız. Bu iki yapı birlikte, taş taş birlikte olabilir. Taş taş ayrılıkta da olabilirler. Kimi büyük ozanların yapıtlarında bu apaçık. Ozan vardır Güzellik’le Yanlış’ı işler. Ozan vardır Doğruluk’la Güzel’i işler. Bu bakışın sayısız ayrıntılarını görmüşümdür. İnsanın kozmik duyarlıklarından gelme bir sonuçtur bu. Belki de genlerimizin söylemeleridir bunlar. Belki de söylememeleri. Şunu eklemeden geçemeyeceğim: Güzellik öyle büyüktür ki çoğu kez Yanlış’ı da Doğru’ya döndürür.

2. Felsefe, şiirin evren rahmindeki bebeğidir. Bu bebek büyür, yukarıdaki sorunun kucağında gelişir, adını kimi yerde felsefe koyarlar, kimi yerde yazarı ta kendine iner, şiir koyarlar.


 


III. –Öz simgelere ve “konularadönmek istiyorum. Bunlar aynı zamanda Bütün’e açılımlar. Anı’dan söz etmek istiyorum, ve gelecek’ten. Yapıtınızdaki temel bir kavram –Sürez– bunları bir bakıma kapsıyor. Gelecek konusunda Uzaklarla Giyinmek’ten şu alıntıyı yapmak istiyorum: “Sığmazlıkların en büyüğü yarını sevmek” (s. 301). 50 yıl geriye dönüp, Çocuk ve Allah’ın XII. ve son bölümünün de Talih Açıklığı başlığını taşıdığını anımsatmak istiyorum. Bu bölümdeki şiirler, yenilenen bir yaşamın ululaması anlamında –bu bakımdan geleceğe bir güveni içermekte, hem “mistik” bir havadan da yoksun değil. Bu bakış açısı, ne ölçüde bugün için de geçerli? Nedir sizce, bugün için, en derin anlamıyla gelecek? Ve nedir, anı’nın şiirdeki yeri?

–Son sözcükten başlayayım. Anı’nın şiirdeki yeri, içimizdeki özdeksel varlığın gözle görünen işçiliğini yapmasıdır. Anılar işçilerimizdir bilinçaltımızdaki, biz bile anlamadan yöneltirler bizi. Değindiğiniz “yarını sevmek” ya da, o yapıttaki dille söylüyorum, “Talih Açıklığı”, dediğim işçilerin ördüğü, kavuşturduğu ortak yapıdır. Sanmayınız ki bu iki söyleme kendi yaşamamın belgesidir. Hayır, bu anlatımlar anıların yaşama belgeleridir. Yaşamalarımız gök varlığının avuçlarımızdaki ısısı olurken, öznel yaşamalarda değiliz. Genel yaşamanın adalarıyız. Anılar, bu adalardaki küçücük kıpırdanma. Geldiği yeri arama. Bizimle ilgisi çok az. O büyük yüzölçümünden ne denli küçüksek, onca. Şu açıklamadan da anlıyorsunuz ki “yarını sevmek” dediğim de, “Talih Açıklığı” dediğim de, o parçacığın dediği.


 


IV. –Yine Uzaklarla Giyinmek’ten anıyorum: Adını koyarken var kılma şiirinin ilk kıtası: “Ne ki adını koymamışım / Yoktur o / Ne ki / Adını koymuşum / Varolmuştur evrende o” (s. 79); ve Anlamdan Düşen Tüy şiirinin ilk kıtası: “Sözcüklerimiz / Nesnelerin / Aydınlığa dönüşür dönüşmez / Giyinmesidir / Yeryüzünü de evreni de”; ve üçüncü kıtasının sonu: “...Sözcükler / Sonra sığmadığımız / Yeryüzüne de evrene de” (s. 373).

Sözcüklerin varlıkla bu birliği –belki de özdeşliği demek gerekir– ve yine de bu varlığa sığmazlığı gerçeği konusunda ne söyleyebilirsiniz?

–Biliyorsunuz, birkaç yıl önce küçücük bir yapıt yayınladım: “Dildeki Bilgisayar”. Orda, dillerin apayrı bir varlık olduğunu; bizim dilleri değil, dillerin bizi yarattığını göstermeye çalıştım. Yeryüzündeki bütün diller, inanıyorum ki evrendeki özdeksel söz kuruluşlarıdır; doğasal yapı taşlarıdır; tıpkı bütün madenler gibi, bütün bitkisel varlıkların ataları gibi. Yinelersek, bu yapı taşlarının genel adı sözcüklerdir, ki bunlar arada bir bizi ürperten gök varlığımızdaki içtenliği (lirizm) yansıtırlar. Sözcükler, sayısız olanaklarla birbirleriyle birleşerek, sayısız özdeksel imge yapılarını, belki de evreni yaratırlar. Bu özdeksel yapılar, kişinin yüklendiği başka bir özdeksel yapıya, gövdelerimizdeki elektriğe dönüşürler. Kimimiz az, kimimiz biraz daha, kimimiz çok, kimimiz daha çok ortağıyızdır o özdeksel varlığın. Dilin. Yukarıda okuduklarınız, ve yaşamamda bu benimdi diye avunduğum dizeler dilindir; ne mutlu bana ki benimle kendilerini duyurmuşlardır. Ne mutlu okuyucularıma ki bu güzel olayın benimle tanığı olmaktadırlar. (Şimdi bir gerçeği anlatırken çektiğim güçlüğü birdenbire yeniverdim. Bu bile dilin kendi içindeki çalışmadır.)

Kimi dillerdeki dişilik ya da erkeklik ayrımı, sözcüklerin de başka bir toplum düzeni olduklarını düşündürebilir. Yine kimi dillerin benzer ayrım içinde olmamaları da başka bir beraberliği düşündürebilir. Her ikisi de sözcükle Doğa ilişkilerinin bizlere yansımaları olamaz mı?


 


V. – Sözcükler konusuyla birlikte toplumculuğunuza değinmek istiyorum. Sözcükler, bir şiirin sözcükleri, acı çeken başkasına ne verebilir? Acı çeken –ezilen, baskı gören, yoksulluk çeken– başkasının gerçeğine nasıl değebilirler? Sözcükler nasıl eylem olabilirler?

Nasıl, sözcükler aracılığıyla, “İyilik” –ya da adalet– salt estetik tasaya –öyleyse salt güzelliğin, hatta salt “doğru”nun kovalanmasına– üstün gelebilir? (Burada 1950’deki Toprak Ana başta olmak üzere toplumcu yapıtlarınızı anıyorum.)

–Bu soru, yukarıdaki sorunun aydınlığında yanıtlanmış gibi. Hele ondan önceki soruyu da düşünürsek, Güzel ile Doğru arasındaki soruyu, daha da apaçık. Özetleyeyim: Sözcüklerin egemenliği, yazarlar ağzından yeryüzündeki dil uygarlığını kurarken, bu dil uygarlığı bütün bilimleri günümüze dek oluştururken, kazandığımız kavramlar vardır. Tüze (adalet) bu kavramların başında gelir. İyice incelerseniz, Güzel’e ermiş bir yazıda, ilk yaşayan Tüze’dir. Sözcükler arasındaki Tüze. İşte burdan kımıldayan toplum düşüncesi büyük Dinlerle, büyük Devrimlerle kişiyi çağdaşlığına erdirmiştir. Kişisel bütün kavramlar söylediğim yolla topluma ulaşmıştır, ulaşmaktadırlar. Yazınlar, dillerin toplumlara gözle görülmeyen bireyler gibi girmelerinden, bireyler gibi girdikleri toplumu eğitmelerinden, Devrimlere ulaştırmalarındandır*. Sizin “Toplum Şiirleri” dediğiniz yapıtlarım, kapıma gelen, çağırmalarıyla beni uyandıran, belki de benim yerime masaya oturan, okuduklarınızı yazdıran o sözcüklerdir. Deminden beri söylediklerime sizin de katıldığınıza kuşkum yok. Siz de katılacaksınız, bu yazıları okuyanlar da katılacak. Bu dildir çünkü hepimize egemen.



10 Ocak 1996, Kadıköy

* E-posta adresiniz hiç kimseyle paylaşılmayacaktır.